27 Kasım 2008 Perşembe

Bazen

En son Aragones’e Rıdvan Dilmen ayarını Selçuk Yula üslubuyla vermişim. Yüreğin yetiyorsa Alex’i kes çift forveti koy diye. Hakikaten de Porto gibi takıma orta sahada fizik gücü zayıf oyuncularla çıktı Fenerbahçe… Mecbur kaldı daha doğrusu. Artık kendimizi tekrar ediyoruz ama Fenerbahçe yönetiminin camiasını bu kadroyla Şampiyonlar Ligi’nde yarıştırmaya hakkı yok (bence)! Hem de transferde iki oyuncuya 20 milyon euro harcamışken. Takımda oynayacak üçüncü defans oyuncusu yok. Semih cezalı alternatif forvet oyuncusu yok. Rakip yarı sahayı geçtiği anda topa baskı yapacak doğru düzgün bir ön liberosu yok Fenerbahçe’nin…

Rakip Galatasaray, Eskişehir değil. Hatayı affetmiyor eloğlu. İki kez geliyor, iki gol atıyor. Birinde kaleciniz boşa çıkıyor gol oluyor, diğerinde taçtan gelen topa savunmanız iki defa müdahale edemiyor gol oluyor.

Bazen. Bazen takımlar için sezon kâbus gibi geçer. Ancak bu kabustan uyandıklarında daha kuvvetli olurlar. Mesela Galatasaray Fatih Terim ile bir sezonu çöpe attı. Ama ne oldu? Ertesi sezon bir temel attı ve sonraki sezon da şampiyonluğa ulaştı. Daha da öncesine gidersek Fenerbahçe, kazansa UEFA’ya gidebileceği maçı kaybetti. Onlar için kayıp bir sezondu. Ancak ne oldu? Fenerbahçe ertesi yıl yaptığı yatırımlarla şampiyon oldu.

Ben bu yıl Fenerbahçe için kayıp bir sezon olduğu düşüncesindeyim. Şampiyon olsa dahi geleceğe atılmış yarım adım bile yok. Ne önümüzdeki yıllarda Türk futboluna kazandırılacak genç bir yıldız, ne de mevkiler üzerine kurulmuş bir oyun sistemi. Bunu her futbolsever kadar Fenerbahçe Yönetimi de gözlemliyordur. Bu nedenle ben Fenerbahçe’nin önümüzdeki yıl bu sezon yaptıkları hataları analiz ederek çok daha doğru ve emin adımlar atacaklarını düşünüyorum.

Aslında yorumları önümüzdeki yıl için yapıyorum ama iyi değerlendirildiği takdirde bir ara transfer dönemi var. Ara transferde istenen oyuncuyu istenen bedellere almak bilindiği üzere oldukça zordur. Yine Maldonado, Josico ayarında bir oyuncu gelecekse hiç transfer yapmamak daha doğru. Şu saatte Aziz Yıldırım, Fenerbahçe hakkında neler düşünüyor bilinmez ancak futbol haznesi geniş olan Aragones hamlesinin doğru olabilmesi için takımı aynı mantıkla donatmak lazım. Artık aradaki ‘doğru’ kelimesini hamleden önce getirerek sıfat yapacak olanlar da Fenerbahçe Yönetimi…

23 Kasım 2008 Pazar

Nefretverenler #3

Daha önce konuyla ilgili iki yazı yazdım. Ancak ligde öyle maçlar çıkıyor ki sanırım bu seri daha çok uzayacak. Dünkü Galatasaray maçının hakemi Bülent Yıldırım. Şimdi hakemlerin işi hakikaten de zor olabilir. Egosu tavan yapmış hocalar, kendisini mahallenin kabadayısı sanan futbolcularla 90 dakika uğraşmak, aynı anda da maçı yönetmek şüphesiz kolay bir iş değil. Tribünlerden gelen tezahüratlar da cabası tabi. Ancak dün daha dakika 2. Bir hakemin bu dakikada oyundan kopması beklenebilir mi? Konuyu açmak istiyorum.

Dakika 2’de Ankarasporlu oyuncu kendisini ekarte eden Arda’yı önce formasından çekiyor sonra da iki eliyle belinden sarıldığı gibi yere indiriyor. Bu olay yan hakemin beş adım önünde, orta hakemin ise görüş açısında cereyan ediyor. İki hakem tek adam olamıyor işte. Pozisyonu kartsız geçiştiriyor Yıldırım. Keşke o faulü hiç çalmasaydı. En azından karakterinin bu denli zayıf olduğunu de-şifre etmezdi. Pozisyonun devam ediyor. Galatasaray frikiği kullanıyor, kale sahası içerisinde Arda Ankarasporlu oyuncu tarafından formasından çekilmek belinden kavranmak suretiyle bir kez daha yere indiriliyor. Bülent Yıldırım nerede biliyor musunuz? Ceza sahası dışında yayın sol çaprazında. Hani “Hocam Arda’yı indirecekler, pozisyonu iyi süzebilmek için yayın sol tarafında bekle” gibi bir istihbarat verseler ancak orada durulabilir. Tekrarı seyrediyoruz, benim için Türk hakemliğinin sona erdiği andır. Dakika 2. Bülent Yıldırım buz gibi, gözünün önünde, arada sinek bile yokken gördüğü yaka-paça indirilmeye penaltı çalamıyor.

Çok maçlara şahit olduk, şiş ve kebabın yanmaması için son anlarda gözden kaçan pozisyonlara, görmezden gelinen olaylara. Ancak bu ülkedeki futbolsevere yazık değil mi? İnsanlar bu maçları seyretmek için evine Digiturk, bilet alıyor, daha düşük bütçeye sahip insanlar kahvede sigara zehri içerisinde oturuyor. Ne için biraz olsun yaşamdan uzak olabilmek için… Kimin hakkın var bu maçları çekilmez kılmaya?

Maç devam ediyor biz bunları sorgularken. Aynı hakem Emre’nin arkadan asılarak çektiği pozisyonda günah çıkartıyor ve pozisyonu faul ile geçiştiriyor. Pozisyon buz gibi sarı kart. Şimdi dediğim gibi bu olaylar 90 dakikanın sonlarına doğru olabilir (aslında o anlarda da yaşanmaması gereken talihsiz olaylar zinciridir anlattıklarım), hakemin konsantrasyonu düşmüştür denebilir, yorulmuş görememiştir denebilir, kısaca bir şekilde bir kılıf bulabiliriz. Ancak henüz maçın 2’nci dakikasında ne oldu da maçtan böylesine koptun arkadaş.

Burada takım şak-şakçılığı veya fakir-fukara edebiyatı yapmıyorum. Hakemler konusunda yazmaktan da hep bu takım-taraf tutma konularından dolayı imtina ediyorum. Ancak dün gördüğüm cinayet yazılmayacak gibi değildi. Ben son yazıda “50’nci yılını geride bırakan Türkcell Süper Lig’de eğer Fenerbahçe-Galatasaray maçını yönetebilecek bir hakemimiz yoksa artık bazı konuları biraz daha ciddi sorgulamak lazım” demişim. Halt etmişim affedersiniz. Henüz gerilmeyen ortamda, maç günlük-güneşlik giderken sıradan bir Süper Lig maçını yönetecek hakemimiz bile oldukça az. O yüzden kimse kimseyi kandırmasın. Bir de bu ‘siyah giyen adamlara’ FIFA kokartını kim layık görüyor onu da anlamakta güçlük çekiyorum. Biz lütfedip kendi ülkemizde maç yönettiriyoruz, onlar da işmiş gibi bunlara FIFA kokartı veriyorlar. Yazık kokartı bu kadar ayağa düşürmeseler keşke.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Bilet parasını şimdiden ayarlayın

UEFA Kupası’nın biletleri 2 Aralık’tan itibaren satışa sunuluyor. Şükrü Saraçoğlu’nda oynanacak maçı tribünde seyretmek Olimpiyat Stadı’ndaki Final kadar fantastik olacak. Şimdiden üç-beş kuruş atın kenara. Önümüzde topu topu 10 gün var. Alalım biletleri sonra gelsin final günü…

Aragones Fenerbahçe'sinin Alex hali

Büyük kalemler ve derin bilgiye sahip futbolseverler yaparken ben bu halimle neyime gerek diyerekten pek analiz işine bulaşmıyorum. Çünkü hem bilgi anlamında derinlik sıkıntısı yaşıyorum hem de yazanların kişisel yetileri karşısında oldukça alt klasmanım. Ancak işte akacak kan damarda durmuyor. Fenerbahçe’de Alex’in dönüşünü ve Aragones’in İspanya’daki oyun şablonunu düşündükçe bir şeyler karalamak istiyorum.

Şimdi Aragones ilk imza attığında Alex’in Fenerbahçe’deki varlığı sorgulandı. Çünkü Aragones, hepsi koşan hepsi yaratıcı öylesine bir orta sahayı yönetiyordu ki Alex’in durarak oynaması İspanyol’un işini zorlaştıracaktı. Derken elde oldukça formda bir Semih ve hem taraftarın hem de yönetimin sahada görmek istediği bir de Güiza vardı.

Orta sahanın ihtişamından bahsettik bahsetmesine de peki İspanya 2008’de nasıl oynamıştı? Orta alan oyuncularının hücuma kattıkları zenginliğin yanında hareketli forvetler baskıyı hücumdan başlatarak takım tam sahada bir alan savunması yapıyordu. Oyuncuların hepsinin birbirinden kaliteli olması Aragones’in işini kolaylaştırmıştı. Savunması da Puyol’un önderliğinde iyi iş çıkarında hücum takımı her maçta gücünü ortaya koymayı başarıyordu.

Bugün… Şüphesiz Fenerbahçe Aragones’e imza attırırken kadrosuna transfer ve derinlik katma konusunda hocasına bir güvence vermiştir. Eğer vermediyse ve bu hoca da günün birinde savunmasını Can-Yasin, orta alanını Maldonado-Josico ikilisinden oluşturacağını bilerek sözleşme imzaladıysa bu ülkeye tatile gelmiş demektir. Ancak sanki ihtiyacı yokmuşçasına transfer sezonunu en verimsiz geçiren takım Fenerbahçe oldu. Diğer takımlar kadrolarını yetenekli ve gerekli oyuncularla takviye etti. Yetmediği gibi mevcut kadrolarını da korumayı başardı. Ve en büyük kaybı da Fenerbahçe verdi, Aurelio gibi bir sigortasını yitirdi. Üzerine tam bir ay Senna’nın kapısında yatarak vakit kaybetti. Ve Türk futbolunun son dakika gece transferlerinden bir tanesine imza atarak Josico’yu getirdi. Transferde fonun büyük bölümü Güiza’ya gitmiş, Senna konsantrasyonu diğer alanlardaki açığın gözden kaçmasına neden olmuştu ve Fenerbahçe kadro derinliğinin olmadığını nihayet fark ediyordu. Ne zaman mı? Transfer sezonun son bölümünde Deivid’in sakatlanmasıyla...

Bu kadar polemiğin ardından yazının ana konusuna dönüyorum –nihayet-. Fenerbahçe yarın gündüz maçında Ankaragücü ile karşılaşıyor. Ben bu maçı iple çekiyorum. Geçtiğimiz maça iki forvet ile çıkan ve orta alanda yükü hücum gücü kısıtlı Josico-Selçuk ikilisine veren Aragones, kanatları da Uğur ve Deivid'in yeteneklerine bırakmıştı. İşte bu sistem Aragones’in İspanya’da uyguladığı sistemin Fenerbahçe versiyonuydu. Aynı sistemle Galatasaray’ı da yenmişti. Çünkü bu sistem hücum oyuncularının prese katılmasıyla rakibin oyun alanını daraltıyor, pozisyon verilmesini engelliyordu. Aynı şekilde hücum çeşitliliği yaratıyor, takım oyunun tek hakimi oluyordu. Ankara maçına da aynı mental yapıyla çıktı Fenerbahçe. Derken Semih sakatlandı, Emre oyuna girdi. Yani Alex’li sisteme dönmüştü Fenerbahçe. Değişikliğe bağlamayacağım ancak Sarı-Lacivertliler Ankaraspor karşısında dönem dönem kontrolü kaybetti. Ve topun hakimi Ankara takımı oldu. İşte o anlar -söylemeye gerek yok- orta alandaki iki kanat oyuncusunun oyundan düştüğü veya savunmayı bıraktığı anlardı. Oysa aynı Uğur Galatasaray karşılaşmasında da oyundan düşmüştü. Aynı şekilde sakat Deivid de maç eksikliğinden dolayı durarak oynayabilmişti. Ancak takımı oynatan sistemdi. Orta alan ve hücum öylesine bir pres yapıyordu ki Galatasaray sahasına hapsoldu. Ankaraspor karşısında bu yoktu. Çünkü oyuna ikinci bir forvet değil bir orta alan oyuncusu girmişti.

Yarın deplasman maçında Semih, Uğur, Carlos yok. Muhtemel olarak Alex 11’de olacak. İşte bu şart mı diye sorguluyorum. Tamam kadro derinliği Alex’in oynamasını neredeyse mecburi kılıyor ama ortada da bir gerçek var. Bu takım kötü futbol oynadığı maçların hepsinde Alex taktiğini uyguladı. Aynı anda göze hoş gelen futbollarını Alex’in olmadığı ara dönemde sahaya yansıttı. Alex’in yokluğu Aragones’in işini kolaylaştırmıştı şimdi Alex’li dönem terletecek. Bakalım İspanyol hoca yarın sistemini Alex ismine ezdirecek mi? Yoksa Alex’i kulübeye çekerek ben kendi doğrularımı uygularım ayarı mı verecek? Bence ilki olacak ve Fenerbahçe yavan futboluna sert bir dönüş yapacak…

20 Kasım 2008 Perşembe

34 dakikalık formayla jübile

Milli Takım’ı bıraktığını duyunca ikinci profilin kahramanı Savo Milosevic oldu. Formasının yakasını kaldırdığı ve takımının harika geri dönüşünü hazırladığı Euro 2000’deki Slovenya maçından hatırlıyorum. Hakikaten de maçı hatırlamışken iki cümle de karalamak lazım. Ne maçtı ama! Hakkını yemeyelim kıvırcık küt saçlı Zahovic’te kariyerinin etkileyici maçlarından bir tanesine imza atmış, Yugoslavya’dan ayrılan Slovenya maçta 3-0’ı yakalamıştı. Derken maçın son çeyreğinde Mihajlovic kırmızı kart görmüş, Yugoları kalan dakikalarda yalnız bırakmıştı. Ancak sahneye Savo çıktı. İki golü ağlara gönderen Savo’ya Jardel’in Porto'dan kankası Drulovic eşlik etti ve Yugoslavya altı dakikada üç golle maçı 3-3’e getirdi. Ve bu maç Avrupa Şampiyonası’nın unutulmaz maçları arasına girdi. Aynı turnuvanın iki gol kralından bir tanesi de (Kluivert) Savo Milosevic’ti…

Konumuza dönecek olursak Savo Milosevic, Partizan futbol fabrikasının Avrupa futboluna servis ettiği en büyük yıldızlardan bir tanesi. 1992 yılında Partizan’ın A takımında oynamaya başlayan Milosevic, oyun özellikleri açısından tipik bir hedef santrafor… 187 cm boyuyla hava toplarında ne kadar etkiliyse sağdan soldan gelen toplara ayağını sokması ve ceza alanını karıştırmasıyla da ünlüdür kendisi... Sırbistan’dan İngiltere’ye dikey geçiş yapan Savo, sekiz yılda sezon başına 32 maça çıkar ve her iki maçta bir golünü atar. Bu arada yolu daha sonraki yıllarda ikamet edeceği İspanya’ya düşer. Real Zaragoza’da iki sezon geçirdikten sonra yanlış bir seçime imza atar ve Parma’ya transfer olur. İşte Çizme’nin havası herkese yaramaz. İtalya’da boşa geçen iki yıl ve İspanya’nın yolları taştan.

Bonservisinin Parma’da olduğu son dört yılın üçünü İspanya’da geçiren Savo, bir nevi Yılmaz Vural - Hikmet Karaman arası bir misyon edinmiştir. İspanya’nın orta sıra takımlarında ter döken Savo, yukarıdaki ikilinin aksine ortaya performans koyar. Ve hayatını İspanya’ya kaydırdıktan sonra iş uzun süreli hayat kurtarma sözleşmesine gelmiştir ve Savo bu sözleşmeyi 2004 yılında Osasuna ile yapar. Osasuna’da üç yıl görev yapan golcü Savo, daha sonra futbola ne diye girdikleri belli olmayan Ruslar’ın Rubin Kazan takımıyla anlaşır. Ve aslanlar gibi şampiyonluk yaşar yeni takımında.

Savo’nun en ilginç yanı bence yukarıdaki kariyeri değil. Kalburüstü her golcü aynı kariyeri yapabilir. Ancak her golcü üç yarı Milli Takım’ın formasını giyemez… Savo önce Yugoslavya, ardından Sırbistan Karadağ, son olarak da Sırbistan Milli Takımları’nın formasını terletti. Kolay değil 102 kez giydiği Milli Forması bölünmeler yüzünden rekor özelliği taşımıyor. Üstelik son maçı saymazsak Sırbistan formasını giymişliği de yok ama kader işte, jübilesini sadece 34 dakika giydiği formayla yaptı. Sırbistan – Bulgaristan maçında sahaya son kez Milli formayla çıkan Milosevic, iki gol attı iki de penaltı kaçırdı. Bundan böyle Savo’yu Spormax’in yayın takvimi el verdikçe yeni sezonda Gökdeniz, Hasan Kabze ve Tomas kardeş ile birlikte izleyebileceğiz. Buna da şükür…

Teşekkürler Di Stéfano

Hakikaten aklım ermiyor. Tamam, bazen haddinden fazla tembel olabiliyorum ama yine de Aceto’ları, FlyingDutchman’leri, Borges’leri, İyiortagololur’ları ve daha sayamayacağım bayağı bir blogu her sabah yeni girilmiş haberleriyle görünce kendimden utanıyorum. Ben değilmiydim, bu işe başlarken sabah akşam yazı gireceğim diyen. Ne oldu? Ben söyleyeyim yalan oldu. Ama durun... Efsane küllerinden doğar... Bugün milattır. Biz takip eden yok diye üzülürken Di Stefano yorum yapmış, eksik olmasın. Bundan sonra daha sık gireceğim haberleri. Efsaneler kendi küllerinden doğarmış. Teşekkürler Di Stefano, bu blogu tekrar hayata kazandırdığın için…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Nefretverenler #2

Bir hafta önce nefretverenler başlığı altında sinir harbi içerisindeki bir futbolseverin düşüncelerini yazmıştım. İçinde saçmalık var, düzeysizlik var, ama doğrular da var. Bugün ise Türkiye’nin değil Avrupa’nın önde gelen rekabetinin ardından nefretveren bir hakem yönetimine isyan eden bir futbolsever olarak düşüncelerimi yazıyorum.

50'nci yılını geride bırakan Türkcell Süper Lig’de eğer Fenerbahçe-Galatasaray maçını yönetebilecek bir hakemimiz yoksa artık bazı konuları biraz daha ciddi sorgulamak lazım. Dün görüldü ki bizim Merkez Hakem Komitemiz, yanlışlar, eksiklikler, hatalar ve kaos üzerine kurulu. Son beş yıldır tartışılmayan sezon yok diyoruz ya… İşte bu tartışmaları sonlandırabilecek bir yönetim de yok ortada. Sanılmasın ki ben Galatasaraylıyım ve Fenerbahçe’nin galibiyetine gölge düşürüyorum. Fenerbahçe müthiş oynadı. Ve galibiyeti sonuna kadar hakketti. Ama ortada da bir gerçek var. Fenerbahçe ne kadar iyi oynadıysa Hüseyin Göçek arkadaşımız da maçı o kadar şuursuzca katletti.

Tek tek pozisyonları yazarak sığ yorumlar yapmayacağım. Açık ve net. Dakika 14… Budur Hüseyin Göçek’in kontrolünü kaybettiği dakika. Bu dakikadan sonra Kırmızısı-Laciverti, aleyhte-lehte, doğru-yanlış ne karar verdi ne yorumda bulunduysa şuursuzcadır. Lincoln’ü atamaması, penaltıyı çalamaması bir yönetim standardı olmamasından ve karakter olarak sağlam duramamasındandır. Baskı altına girerek önündeki pozisyonları doğru-dürüst süzememesi verdiği kararların altında ezilmesindendir. Oyunun içinde olacağım diye iki takım oyuncularıyla ver-kaç mesafesinde durması bilgi ve deneyim açısından yetersizliğindendir.

Yukarıdaki paragrafta ağır eleştiri de var, kızgınlık da, belki haksızlık da… Ama gerçeklik var aynı paragrafta. Kızgınlık duyan bir taraftarın değil bir futbolseverin isyanı da var. Nasıl ki taraftarlar maçlarda hakemler konusunda ‘acabalar’ yaşıyorsa eminim ki MHK da yaşıyordur. Çünkü elde hakem yok.

Bundan sonraki işim UEFA’ya mail yazmak olacak. Bahsedeceğim çarpık hakem kurulumuzdan. Hakemlerimizin yetersizliğinden ve tecrübesizliğinden... Yetmeyecek maç vermemelerini isteyeceğim. Hatta ısrar edeceğim hatta ve hatta yalvaracağım. Bizi yıldırıyorlar, bari Avrupalı taraftara işkence çektirmesinler.

İşin şakası bir yana bu kadar hatanın, yanlışın ve kötünün olduğu yerde önce kötülerden başlamak daha cazip geldi bana. Arkadaşlarımız fosforlu renkler giyerek samimi gözüküyorlar gözükmesine ama dikkat etsinler bu kötü yönetimlerle ‘Siyah Giyen Adamlar’ olma konusunda da hızla ilerliyorlar.

7 Kasım 2008 Cuma

Futbol cümbüşü

Bu hafta sonu Avrupa’da fazla mesai var. Tatil günlerini evde geçirecek olanlar yaşadı. Futbolu sevenler için bayram var iki gün.

08 Kasım Cumartesi
14:45 Arsenal - Manchester United – Spormax
20:00 Monaco - Olimpique Lyon Kanal A
16:30 Hamburg – Borussia Dortmund - Kanal 24

09 Kasım Pazar
18:00 Schalke 04 - Bayern Münih - Kanal 24
19:00 Fenerbahçe - Galatasaray - Lig TV

Süperdi...

Bu maçın ‘süperdi’ dedirteni Emre Aşık’tı. Yaş gelmiş 36’ya. Zaten ağırdı biraz daha ağırlaşmış ama halen bildiğimiz gibi. Havada Türk oyuncular arasında üstüne tanımam. Yer tutma konusunda da iyidir. Ve işte dün olduğu gibi arada çıkar golü atar düğümü çözer. Bu arada gol atmasaydı kürsüyü Karan’a ayırmıştım. Dün o da umursamaz görüntüsünden uzaktı nihayet…

Skibbe'nin Galatasaray'ı

Galatasaray sezonun başından bu yana kötü maçlar çıkarmış olsa da aynı mantıkla oynuyor. Üç farklı sistemi tek mental yapıyla uyguluyor. Ve gün geçtikçe futbolunu geliştiriyor, güzelleştiriyor. Dün… Benfica deplasmanından çıkmak hakikaten de kolay değil. Aslansınız, yaparsınız diyen şak-şakçıları saymazsak çoğu kişi sezon başından bu yana evinde bileği bükülmeyen Benfica’nın Galatasaray’ı yeneceğini düşünüyordu. Hakikaten de Galatasaray’ın mağlubiyeti pek sürpriz sayılmaz, beraberliğiyse normal sonuç olarak görülebilirdi. Ancak Galatasaray sezonun başından bu yana en komple futbolunu oynadı. Geride az pozisyon verdi, ileride pozisyon yakaladı ve en önemlisi topa sahip oldu. rakibi oynatmadı, pres yaptı. Çok top çaldı. Ve galibiyeti hak eden bir futbol koydu ortaya.

Futbolcuların böylesine özverili oynaması şüphesiz galibiyetin kilit noktası. Ancak Skibbe’yi de alkışlamak gerektiğini düşünüyorum. Arda’nın galibiyet sonrası hocasının elini kaldırmasından ve tribünlere alkışlattırmasından sonra daha bir dikkatle takip ediyorum, sahayla kulübe ilişkisini. Takım hocasını seviyor. Ve hocasını kaybetmemek için de varını yoğunu koyuyor sahaya. Sonra, aradan zaman geçti Skibbe’de takımı tanıdı. Artık hangi maçta hangi oyuncusunun etkili olabileceğini görüyor. Adam kayırmıyor.

Sözü Skibbe’ye bağladım, çünkü bu konuda doluyum. Daha önce yorum yazdığım ‘forum’da çoğu kez Skibbe’ye haksızlık yapıldığını savunmuştum. Görmeliydiniz yorumları… Neyse olayı ‘ben demiştim’ noktasına getirmek istemiyorum. Amaç o değil. Amaç, ne kadar kolay insan harcadığımız. Ben Skibbe’nin Türkiye’de ve Avrupa’da başarılı olacağına inananlardanım. Zira kariyerinin tam da olgunlaşma evresinde. Ve Galatasaray gibi Avrupa’da tanınan, aynı zamanda saygı gören bir takımın başında.

Asla sıkı takipçisi olmadım ama ara ara bakmadan da edemiyorum. Özellikle de büyük takımların mağlubiyetleri ve sürpriz puan kayıpları sonraları okuyorum, Türkiye’nin spor gazetelerini. Spor dediysek futbol… Bu kez galibiyet sonrası okudum köşeleri. Aralarında Eusebio-Hakan ilişkisi kurup eleştireni de gördüm, sütun boyunca ne yazdığı anlaşılamayan adamları da, Lincoln ve Skibbe konusunda pişkince yorum yapanları da… Birkaçı hariç alayı skor yazarı. Skibbe’yi puan kaybı sonrası eleştirenler bu kez bir numara yapıyor.

Gazetelerde yer işgal eden kişilere de salladıktan sonra esas mevzuuyla yazıyı bağlayalım. Galatasaray bu galibiyetiyle bana göre liderliği kaptı. Lig usulü statüde 1’inci olmak çok önemli. Benfica maçı da hem bu uğurda hem de hafta sonu oynanacak derbideki moral açısından büyük bir önem taşıyordu. Galibiyetle sona erdi yol yarılandı. Sıra Kadıköy’deki sınavda.

4 Kasım 2008 Salı

Nefretverenler

Avrupa futbolunu seyredip, Türkiye’ye dönünce hakemlerimize olan nefretim iki kat artıyor. Merkez Hakem Kurulu bildirgesinde, bu hakemleri bu şekle sokacak kadar neler yazıyor merak ediyorum. Ben birkaç tane çıkardım:

- Futbolculara asla güler yüzlü davranmayın. Özellikle mimli futbolculara asla hoşgörüyle yaklaşmayın (Hoşgörü: Futbolcunun derdini dinlemek, yakın temas).

- Suratınızda her an itici tavrı koruyun. Futbolculara insan olduklarını hissettirmeyin.

- Sadece sahada ter döken takım taraftarlarını değil, hem futbolseverleri hem de televizyon izleyicisinin nefretini hak edin.

Hani surat ifadelerinde bir iğrençlik olur, ama maçı da hakkını vererek yönetir eyvallah deriz. Ancak o da yok. Yarısı gözünün önünde cereyan eden pozisyonları süzemiyor. Görenin gördüğünü çaldığı tartışılır. Son beş yıldır hakem tartışmasının yaşanmadığı sezon yok. En az bir beş yıl daha aynı güvensizlik ve eleştirilerle birlikte geçer gider.

1 Kasım 2008 Cumartesi

siftah yok!

Çok itimat etmiyorum. Daha doğrusu etmek istemiyorum. Meğer kaç haftadır dükkanı siftahsız kapatıyormuşuz da haberimiz yokmuş… Belgesi yukarıda siteye bir kişi bile ziyaret etmemiş başladığımızdan bu yana. Rakamlar öyle söylüyor. Herhalde bir problem var, eksik olan bir şey var diye ümit ediyorum. Ve yılmıyorum, arkadaşlarımın “ortalık kurulup da bir haftada kapanan bloglarla dolu” sözlerine karşın bu blog yaşayacak.

kaldığım yerden...

Kitap fuarı büktü belimizi… Son girdiğimiz yazının tarihi an itibarıyla 20 gün öncesini gösteriyor. Neyse uzun lafın kısası istikrarlı bir biçimde yazmaya devam edeceğim. Gerçi kimin takip ettiği de belli değil. Bu da sonraki yazının konusu. Hem de belgeleriyle…