27 Şubat 2009 Cuma

Süperdi...

Üç gün önce yürümeye hali yoktu, dün yerinde durmadı. Maçı kurtaran adamların başındaydı dün. Önceki maçların aksine solda beklemedi. Top neredeyse oraya gitti. Sorumluluk aldı. Pozisyon yarattı, yetmedi iki de gol attı. Dün akşam hem onun için hem de Galatasaray taraftarı için süperdi. Filmin gerisini ilerleyen haftalarda göreceğiz...

Galatasaray - Bordeaux: 4-3

Çoğu futbolsever için 90+’da gelen galibiyet golü, ilk yarıda atılmış ve üstüne yatılmış 1-0’dan her zaman için daha keyifli ve çekicidir. Yedi golün olduğu, temponun üst seviyede olduğu, gollerin kaçırıldığı ve galibiyetin son dakikalarda kazanıldığı bir maç Galatasaray taraftarı için rüya gibiydi. Aynı şekilde ilk maçına çıkan Bülent ve kararın sahibi başkan için de hoş bir başlangıçtı. Futbolcular mı? Emin değilim. Şüphesiz onlar da büyük haz duymuşlardır karşılaşmadan. Ama… Aynı takım değil miydi, Kocaeli’nden beş gol yiyen, Antalya maçında yürüyerek yenilen oyuncuların neredeyse tamamı sahada değil miydi dün? Önceki iki mağlubiyetin sadece sistemden kaynaklandığını söylemek hem Skibbe’ye karşı acımasızlıktır, hem de sahadaki dolaşan kırmızıların vurdumduymaz tavırlarını halı altına süpürmek.

Aynı oyunculardı, önceki yıl durduk yere heyecanını kaybedenler. Feldkamp ile soğuk savaş açan kadronun yarısından fazlası dün sahaydı. Feldkamp’ı sevdiğimden/sevmediğimden değil, sadece futbolcuların kısa sürelerde bu kadar ateşli, istekli hale nasıl geldiklerini merak ediyorum? Eğer hiç birine adrenalin iğnesi yapılmamışsa o zaman bir yerde bir sorun var demektir. Zira aynı adamlar bilumum iki yıl içerisinde yine aynı formayı terletecek ve yine bu süreç içerisinde git-gel yaşayarak hocasının ipini çekecek. Örneğin; Ümit Karan oyuna girdiğinde gol atmaktan çok, röveşata kovalayacak, Arda sol kanattan başka yerde oynamayacak, Sabri yine orta kesemeyecek, Lincoln formasının hakkını vermeyecek… Kabul ediyorum bir komplo teorisidir bunlar. Ancak tecrübeyle sabittir. Bence utanacak olan adam bu cümleden utanır: “Dün yenmiş olsaydık, bugün bu toplantıyı yapmıyor olacaktık…” Bu cümleleri bir yıl sonra bir Ankaraspor maçından sonra Bülent Korkmaz’ın söylemeyeceğini kimse garanti edemez. Bundan dolayı ilk planda hocayı suçlamak, takımla ilişiğini kesmek, futbolcular konusunda tek aksiyon almamak, yukarıda da dediğim gibi hocaya haksızlık olur.

Maça gelince; Bordeaux Gerets’in Galatasaray’ına benzeyen bir oyun yapısıyla oynuyor. Ve aynı Galatasaray’ın yaşadığı sorun gibi bu sistem çoğunlukla Avrupa’da işlemiyor. Galatasaray’a gelince; Bülent Hoca patron benim demek için durduk yere şapkadan tavşan çıkarmaya çalışmadı. Bu açıdan bence Kaptan’ın bu hareketi bundan sonraki maçlar için de umut verici. Yoksa Skibbe’nin ardından “Ben buradayım” mesajı vermek için uğraşmış olsaydı hem kendi kariyeri açısından boşa kürek çeker, hem de kredisini kısa zamanda tüketirdi.

Bu kadar söz söylemişken savunmaya da bir kurdele takmadan geçemeyiz. Skibbe devre arasında verdiği bir röportajında “Meira beş dil biliyor. Ancak savunmadaki ve ön liberodaki arkadaşları Meira ile dil sorunu yaşıyor. Bu açıdan Meira’nın uyum sorunun atlattığını söyleyemeyiz” şeklinde konuşmuştu. Eğer hakikaten Meira’nın sıkıntısı buysa (!) bu kadar sürede aşılamamış olması üzüntü verici. Bundan sonra düzeleceği de soru işaretidir. Meira’nın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu herkes biliyor, ancak bildiğimiz bir gerçek daha var ki o da Meira’nın savunmada ciddi anlamda sırıttığı… Emre Aşık’a özel bir parantez açma gerekiyor. Benfica maçında onu maçın en iyisi seçmiştim. 36 yaşında ondan bir Ivan Cordoba çabukluğu, Nesta’nın oyun kurucu özelliğini beklemek saçma olur. Üçüncü goldeki koordinasyon hatasını saymazsak, havadan bildiğimiz gibiydi. Yerden ise alışmadığımız kadar doğru zamanlamalarla müdahalelerde bulundu. Ben Emre’den bu kadarını beklerim fazlasını değil…

Baros, Bordeaux savunmacılarıyla iki maçta da saçma bir sinir harbine yenik düştü. Kewell Ali Sami Yen’de Sarı-Kırmızılı formayla seyretmeye hasret kaldığımız (Baros’un Konyaspor maçında attığı da aynı kategoride) tipten bir gol attı. Sonra Barış her zamanki gibi iki olumlu hareketi üst üste yapamadı. Hakan Balta varlığının güzel olduğunu gösterdi. Mehmet Topal oynadığı süre içerisinde “Ben kaliteli futbolcuyum” diye bağırdı. Sevmeme rağmen De Sanctis sene başında verdiği güvenden ve mirastan biraz daha kaybetti. Bülent maçtan sonra gülümsemeyerek savunmadan duyduğu rahatsızlığı belli etti. Adnan Polat herkesten daha gergindi. Taraftar 3-1’den sonra ruh olarak tribünü boşaltmıştı. 3-3’ten sonra ruhların geri gelmesi de biraz geç oldu.

Rakip Hamburg. Alman takımıyla oynamak avantajdır, ne olursa olsun. Hele bir de danışmanınız Kalli ise (!) turun kağıt üzerinde favorisi olursunuz. “Sahada işler nasıl olur?” sorusunun cevabı maç günü yazısında ve önceki haftasında…

26 Şubat 2009 Perşembe

Yapma başkan...

Baştan uyarayım aşağıda anlattıklarım fıkra değil, gerçek. Birebir kanıt olmamakla birlikte yakın kaynaktan elde edilmiş bilgidir.

Futbol Şubesi: Başkanım Song transferini tamamladık. Hayırlı olsun. Tek eksiğimiz ön libero kaldı onu da çözümlersek temel sıkıntılarımız ortadan kaldırmış oluruz.
Sadri Şener: Ön libero dediğin yer neresi ki? Nerede oynar bu adam?
FŞ: Song'u düşünün başkanım, savunmada Song'un 5-10 adım kadar önünde oynar. Görüştüğümüz isimler var.
SŞ: Yahu o zaman transfere gerek yok. Song'a 2 milyon vermiyor muyuz? Song ile konuşun 2.5 milyon verelim 5-10 adım daha önde oynasın. Adam almaya gerek yok. Song ile konuşun, anlaşın...

SON...

Hayır diyemiyor, bir yandan istiyor, diğer yandan istemiyoruz

23 Şubat'ta oldukça gergindik, Galatasaray Yönetimi'nin kabakuvvet gösterisi sonrası. Ardından ilkelerin çürüdüğünü belirtmiştik Galatasaray'da. Son yıllara gönderme yapmıştık.

Son yıllarda ne oldu? Galatasaray son dönemde buna benzer üç müdahalede bulundu. Bu üç müdahalenin biri Canaydın döneminde diğer ikisi Adnan Polat dönemindeydi. Canaydın seçim kozu olarak gösterdiği Fatih Terim’i bu kez kulüpten göndererek aynı stratejisi için kullanmış, takımın başına taraftarın 'hayır!' diyemeyeceği Hagi’yi getirmişti. Ergun Gürsoy kokuyordu bu hareket ve çok kısa sürede gerçekleşmişti. Sonra aradan yıllar geçti, yönetim el değiştirdi. Polat geldi başa. O da başkanlığının en radikal kararını Asbaşkan olarak aracılık ettiği Kalli’yi göndererek alıyordu. Kalan haftalarda Abdullah Avcı’yı alamayınca Adnan Sezgin-Cevat Güler komutasına bıraktı işi… Bu hamle futbolcuların kalplerine gönderme yapıyor ve oyuncuların yanında taraftarın da desteğini alıyordu. Yani taraftar yine 'hayır!' demiyordu. Zaman akıyor, işler yolunda gitmiyordu. Başkan geçen yıl yaptığı hamleyi tekrar yaptı ve sezonun ikinci yarısına girilmişken, bir Pazartesi sabahı hocanın kulüple ilişkisini sonlandırdı. Ve takımın başına daha öncelerde de olduğu gibi taraftarın 'hayır!' diyemeyeceği bir ismi getirdi, Bülent Korkmaz’ı… Zaman akacak, yönetim Kalli ile Adnan Sezgin ile devam dedikçe, futbolcular formanın farkına varmadıkça Galatasaray bir çok kez değişim yaşayacak. Bunu ben söylemiyorum. İstatistikler söylüyor. Umuyoruz ki Bülent Korkmaz kaptanı olduğu 20 yıldan fazla süredir bu kez forma değil gömlek terletir, kulübün tarihine oyuncu olarak değil bu kez teknik adam olarak kazınır ve Türkiye’de hiç rastlayamadığımız –kanımca rastlayamayacağımız- ‘futbolun tek patron’u olur. Türk teknik adamının da ufkunu açar.

Bülent Korkmaz. Başarılı olmasını 'istiyoruz.' Ancak diğer kulüplerdeki basiretsiz yönetimlerin yaptığı gibi başarıları yönetimlerin üstlenmesini 'istemiyoruz…'

23 Şubat 2009 Pazartesi

Kötü arkadaş

Ne gelirse yakın çevrendeki arkadaşlarından gelir. Arkadaş çevresi çok önemlidir.

Her ebeveyn hayatı boyunca evladına mutlak bu cümleleri kurmuştur. Haklılar. Ne diyeyim.

Kör oldum doktor! Göremiyorum...

Erk, yönetim gücü, hata, örümcek ağı bağlamış kafalar. Sıkı takipçiler bu ifadeleri ‘nefretverenler’ serisinden ve devamından hatırlayacaktır. Onlar gördüklerini çalamadıklarından dolayı bu satırlarda ve diğer bloglarda yüzlerce kez eleştirildi. Soruyorum: “Ne farkı var sizce Galatasaray Yönetimi’nin onlardan?”

Onlar da iki sezondur göremiyor. Gördüklerini umursamıyor. Daha önce yapılanları, standartları, gelenekleri hiçe sayıyor. Ne farkları var ‘siyah giyen adamlardan?’

Skibbe kovuldu. İğrenç bir ifade değil mi? Ama bugünkü eylemin karşılığı bu işte. Geldiği günden bu yana yaptığı işler çöpe gidecek Skibbe’nin… Daha önce hem Fenerbahçe hem de Beşiktaş yönetimini taraftarın hak etmediği bir tablo yarattıklarından dolayı eleştirmiştim. Aynı şeyleri Galatasaray yönetimi için söylememe nedenim, uzun yıllar sonra işi sadece futbol oynatmak olan bir adamı (Gerets’i de aynı kategoriye koyarım) Florya’ya getirmeleriydi. Hakikaten de bu adamın tek işi vardı, futbol oynatmak, oynanan oyundan zevk alınmasını sağlamak. Ne Hagi gibi Fatih Terim gibi başkana laf atıyordu, ne Sezgin’e bulaşıyordu, ne Lincoln’e kement atıyor, ne taraftara negatif elektrik saçıyor, ne kötü futbol oynatıyor, ne, ne, ne… Futbolla ilgileniyordu işte.

Buradan anlaşılıyor ki biz futbol adamı aramıyoruz. Gerilimden, kaostan, tartışmalardan beslenen adamlardan hoşlanıyoruz. Aşağıdaki haberde de yazmışım ya, bize Hikmet’i, Yılmaz’ı bile fazla. İstiyoruz ki teknik direktör sağa-sola pislik bulaştırsın, agresif olsun, takım içinde gruplaşmalar yaratsın, bağırsın, çağırsın.

Basın toplantısına belki özel bir haber girerim. Ama su yüzünde gözüken kısmıyla tek bir cümleyi alacağım: “Dün yenmiş olsaydık, bugün bu toplantıyı yapmıyor olacaktık…”

Budur işte Skibbe’nin gönderilişini, verilen gücün kötüye, yanlış yolda kullanıldığının kanıtı. Gerçekten de dün Baros o penaltıyı atmış olsa; bugün Florya’da herkes gülücükler içerisinde Bordeaux maçına hazırlanıyordu. Skibbe asla ve asla gönderilmeyecekti. Bir ideoloji sonucu değildi bu karar. Zira öyle olsaydı, Sivas maçlarıyla yapılırdı. Ne bileyim geçtiğimiz hafta yapılırdı. Bu arada zannedilmesin ki Kocaeli’nden, sadece Kocaeli’nden değil herhangi bir takımdan beş gol yenilmiş olmasını halı altına itiyor, doğal bir durummuş gibi düşünüyorum. Elbette yıkım bir skor. Ancak büyük takımlar ancak böyle zamanlarda büyük olduklarını kanıtlar. ‘Küçük adam’ gibi davranmazlar.*

Yıkım skor dedim. Sizce de öyle mi? Bu skor yıkımsa, Benfica, 2-0 nedir? Bayram skoru mudur? Pozisyon verilmeden tamamlanan Hertha maçı nedir bu durumda? O maçlarda takımı kim yönetti? Adnan Sezgin mi? Polat mı? Ben esas yıkımı Bordeaux maçıyla bekliyorum ve tuttuğum takımın (daha önce belirtmiştim, Galatasaraylıyım) farklı yenilmesini istiyorum. Ligin ilk 5’ten daha aşağılarda tamamlanmasını diliyorum. Yapılan yanlışların göze sokulmasını istiyorum. Sonra demode futbol seyretmek istiyorum ben. Tuttuğum takımın doldur-boşalt futbolunda öncü olmasını, golleri organize ataklarla atmasını istemiyorum. Belki o zaman Adnan Polat’ın gözleri açılır. Şayet açılmazsa da kendi deyimiyle “Düzeltenler gelir.” Üzgünüm ama ‘tarih tekerrürden ibarettir.’ Ve hata yapanları asla affetmez.

Hata… Kimine göre doğru bir karar bu. Ama doğrunun ölçütü nedir onu bilmiyorum. Oynadığımız futbol Türkiye’deki tüm takımlardan üstündür. Kondisyon olarak oynadığımız tempoya göre çok iyiyiz.

Hata… Son üç yıldır Galatasaray’ı Galatasaray yapan ilkeler bir bir çöpe gidiyor. Bunlar da bir hata değil mi? Siz kaç sezon hatırlıyorsunuz bilmiyorum ama ben son dört yılda üç kez devre arası sonrasında hoca değişimi görüyorum. Dere geçerken at değiştirmezdi Galatasaray. Halen de değiştirmiyor. Şimdilerde en ufak su birikintilerinde zırhlı araçtan inerek, binek hayvanları tercih ediyor. Bu nedenledir ki dereyi göremiyor.

Evet, Skibbe’ye karşı olumlu düşüncelerim vardı. Sempatim vardı. Ancak şu kesin ki Galatasaray’ı Skibbe’den çok seviyorum. Ancak bugün olanları hayırlı karar olarak yorumlayamıyorum. Dilim de varmıyor, elim de gitmiyor. Önceki yıl ne kadar doğru yaptıysa yönetim ve ben ne kadar o adamları olumlu eleştirdiysem hepsi çöp bugün. Yarın da çöp. Bu yazı da çöp çoğuna göre. Tek kalan var. Elle tutulamayıp, gözle görülemeyen: “Hata…”

*Y.N. Wilhelm Reich’ın ‘Dinle küçük adam’ kitabında sayfalarca tasvir ettiği insan ruhu…

Fotoğraf

Kendimce Skibbe'nin gönderilişi olarak tasavvur ettim yukarıdaki fotoğrafı (Ne kadar ilgin. değil mi? Ben bu haberi girdiğimde Skibbe henüz gönderilmemişti)... Ve yazılanlar üzerine bir fotoğraf çekip attım Aceto Balsamico'nun yorum bölümüne... Aşağıda çektiğim fotoğrafı bulabilirsiniz... Zira uzun olduğu için yayınlanmayabilir... Belki içeriği nedeniyle de yayınlanmayabilir ki umarım böyle bir sahneyle karşı karşıya kalmam...

Yıllardır Yılmaz Vurallar'ın, Hikmet Karamanlar'ın, Mesut Bakkal ve saymakta zorlanmayacağımız birbirinden 'iş bilen' teknik direktörlerin oradan buraya gitmesine artık hayıflanmayacağım. Görüyorum ki bize o adamlar bile fazla. Biz büyük takımın kendi sahasında küçük takıma yenilmesinden sonra "Bu takımı bana verin 5 atarım" diyen adamlara, takımdan ayrılırken kulüp hakkında ileri-geri konuşan bir sezon sonra aynı takıma geri dönen adamlara, kendi meslektaşının kuyusunu kazan adamlara layığız... Fazlasına değil.

Her şey para mı dersiniz? Skibbe'nin takımdan ayrılmamasının sebebi sadece 1 milyon euro mu? Karakterine zarar verilmesine bu para için mi göz yumuyor?

Sokaktaki her 100 kişiden 98’i Skibbe’nin bu nedenden ötürü istifa etmediğini veya gönderilmediğini düşünüyor. Ve bu 98 kişiden en az 70’ine bu düşünceleri Skibbe’nin takımdan ayrılmamasını paraya bağlayanlar empoze ediyor… Neden bu düşüncenizi fütursuzca söylemekten çekinmiyorsunuz da Skibbe’nin gitmeyişini bir kez olsun ideallere dayandırmıyorsunuz? Hakikatten de kanıtlamak istediği bir şey varsa ve ondan ayrılmıyorsa takımdan?

İşte bugün tazminat nedeniyle gönderilmediği, tazminatı nedeniyle istifa etmediği iddia edilen bu adam, aynı adam, sezon sonu bu takımı şampiyon yapıp da istifa ederse ne olacak? Yabancı bir ülkede çalışıp, başarı yakalamaya uğraşan fakat tek talihsizliği nankör bir meslek seçmiş olan Skibbe’ye fırlatılan bu oklar, bu yazılar sonrası “biz neler yazmışız” demeyecek misiniz? Diyeceksinizdir eminim… Ama artık o oklar yaydan çıkmış, çoktan hedefe saplanmış olacak. Ve tahmin edersiniz ki o okları saplanmış vücuttan çıkarmak demek her şeyin eskisi gibi olmayacağı demektir. Ve emin olun o okları saplamış olduğunuz vücuttan çıkarırken çok daha fazla acıyacak zihniniz buna da eminim…

Filmin doğru gösterilen ters yüzünü düşünelim… Skibbe gerçekten de tazminat için istifa etmiyor, gönderilmeyi bekliyor. Peki, kovulmak isteyen adam, Benfica’yı, Hertha’yı, Olympiakos’u yener mi? O maçlar kendi için de vitrin maçları dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki, şampiyonluk mu umurunda olur? Daha yardımcılarının gönderildiği dakika tatil için haritadan ülke beğenir, kasetlerden rakip analizi yapmaz yanılmıyorsam. Çağdaş futbolmuş, tek pas futboluymuş bırakır bu safsataları… Sabri ile Servet’e verir talimatı, biri sağdan biri soldan şişirir topları… Sonra Lincoln’le, Kewell’la daha da önemlisi takımın kabadayılarıyla uğraşır. Ego tartışmasına girer. Yine kovulur. Pardon kovdurulur. İşte o zaman kovulması daha kısa sürede gerçekleşir ve nispeten onur kırıcı olmaz diye tahmin ediyorum. En azından bugünkü karakter eleştirilerine maruz kalmaz, buna eminim.

Yönetim Kurulu bugün toplanacak. Dört gözle çıkacak kararları bekliyorum. Her sonuca da açığım. “Bizi yarı yolda bıraktı” dedikleri Kalli’yi takımın başına geçirmelerine şaşırmayacağım mesela. “Futbolcular ikiyüzlü davrandı” diyen Kalli’nin de aynı adamlarla çalışmasına şaşırmayacağım. Tıpkı danışman olarak takımın başına getirdikleri gün olduğu gibi… Sonra Cevat Hoca’mın Adnan Sezgin’in piyonu olarak kullanılmasına üzülmeyeceğim bu yıl… Hagi’nin stada, tercümanıyla gelmesine şaşırmadığım gibi ertesi sabaha Galatasaray Teknik Direktörü olarak uyanmasına da şaşırmayacağım.

22 Şubat 2009 Pazar

Yoksa?

Geçtiğimiz hafta kadro el verdiğince yedek oyuncularla sahaya çıktı Barcelona... Betis'in aptal yatışıyla maçı zor kurtardı. Kazana da bilirdi, o ayrı. Kim derdi Barcelona'nın evinde Espanyol'a yenileceğini. Kaderde düşme hattındaki rakibine kendi evinde, derbide yenilmek varmış... Başlığa gelince. Herkes gibi ben de dengelerin değişerek fotoğraftaki sıralamanın yer deiştirmesini olağan görmüyorum. Ancak işte futbol bu. Belli mi olur?

19 Şubat 2009 Perşembe

Süperdi...

Geçen sene takımın en iyi birkaç oyuncusundan biriydi. Taraftar altın 11’e çoktan yazdı onun adını. Bugün sokaktaki çocuk bile kadro kurarken ilk üç isim arasında Topal’ı yazıyor. Ayaklar Dhalsim gibi uzuyor sanki… Ayrıca bam-güm de oynamıyor. Kullandığı her 10 toptan dokuzu doğru adrese gidiyor. Yeri doldurulamadan satılırsa Galatasaray onu çok arar.

Devam filmi

“Ben Galatasaray golünü atar ama efendi efendi ‘minimum’ bir tane yer diyorum. Tur da ‘minimum’un nasıl bir seviyeye çıkacağında yatıyor zaten...”

Dün bunları yazmıştım. Minimumlar tutmadı… Ama yine de tahminde beraberlik havası yatıyor… Özünde 0-0 da iyi sayılabilecek bir skor. Neyse dün sorunun cevabını aradık, bugün de devam filmi olarak cevabın sağlamasını yapalım…

Maçın hikayesi Antalyaspor maçında yatıyor bana göre. Yenilen gol, çöken iki bek, etkisiz orta saha Bordeaux öncesi hayırlı mağlubiyete dönüştürmüş Antalya maçını. Üçlü defans Bordeaux karşısında riskti. Ancak ilk bölümdeki Bordeaux çemberini saymazsak fena değildi. Baros’un etkisiz kalması ve gereksiz yere Bordeaux savunmacıları ve hakemle uğraşması onu oyundan düşürdü. Sonuç ‘Çanakkale geçilmez’ oynamadan, fazla pozisyon vermedi Galatasaray. Yukarıda da dediğim gibi dönem dönem baskıya maruz kaldı ama yine de birbirinden etkili hücum silahına sahip rakibine fırsat vermeyerek gol yemeden eve dönmeyi başardı.

Galatasaray için Hakan Balta’nın sakatlığı sonrası sol beke geçen Volkan maalesef geçen sene yaptığı etkili başlangıcın mirasından yemeye devam ediyor. Bu haliyle Hakan Balta gibi durmak bir yana Gustavo Victoria’dan bile kırılgan gözüküyor*. Sabri dediğimiz adam ise son maçlarda resmen gole davetiye çıkarıyor. Özellikle Antalyaspor maçında rakibin karşısında dağılan Sabri, halen savunmanın sağı için ideal bir isim değil. En azından Avrupa’da kanatları etkili kullanan takımlara karşı alınmaması gereken bir risk. Bu açıdan bir bakıma 3’lü savunma bloğuyla çıkmak Sabri-Volkan ile çıkmakla aşağı-yukarı aynı riskler taşıyordu.

Üçlü savunmanın önündeki Mehmet-Barış ikilisi hata yapmadan oynadı diyebiliriz. Sadece Barış’ın ileri oynama konusundaki zaafına dikkat çekmek istiyorum. Ben daha kendisinin üst üste üç olumlu hareketini seyredemedim. Sanırım seyredemeyeceğim de… Sadece koşuyor, pres yapıyor, topu da kazanıyor ancak kimi zaman olumlu çoğu zaman da hatalı oynuyor. Bazen çok top geveliyor, bazen de çizgiden inmeye çalışarak topu kaptırıyor. Bu açıdan bir yandan fayda sağlarken diğer yandan hücumların tehlike derecesini düşürüyor. Mehmet’e gelince; Bence maçın De Sanctis ile en iyisiydi. Ortak karakterler koydu ikisi de maç içinde. Mehmet orta alanda, De Sanctis kalede güven verdi. Neredeyse her topu doğru adama oynadı. Riske girmedi, mücadeleden kaçmadı.

Bordeaux açısından maç oldukça iyi başladı. İstedikleri baskıyı kurdular. Şansları olsaydı golü de bulabilirlerdi. Ancak o kadar. Sözün özü saman alevi gibiydiler. Kimi zaman topa hükmettiler kimi zamansa hükmedilen taraf oldular. Mesela Gourcuff bir ara adlı sazı eline, sonra kanatlara çekildi dinlenmeye… Keza Chamakh kaçak dövüştü maç boyunca. Bordeaux da Wendell her üç sözün birindeydi ama o da kırmızı kart korkusundan dolayı montu erken giydi.

0–0 yeter mi? 1–1 kadar avantajlı olmasa da yenilmediğiniz için deplasmanda alınacak fenal olmayan bir skordur bana göre. Önemli olan futbolcu üzerinde nasıl etki bıraktığıdır. Yani Galatasaray futbolcusu “Bu skor bize yeter, biz bunlar Ali Sami Yen’de yeneriz” mantalitesini benimserse İstanbul’da sürpriz yaşanabilir. Bu açıdan biraz risk biraz avantajdır.

İstanbul’daki maç nasıl geçer sorusunun cevabıysa hafta içi maçtan önce bu satırlarda olacak. Ancak bir öngörü yazayım: “Bu yıl ki Galatasaray camiası taraftarından oyuncusuna yönetiminden antrenörüne vizyonuyla turu Bordeaux’dan daha çok istiyor. Dolayısıyla ikinci maçta daha iştahlı olacaktır. Bir de buna hafta sonunda Kocaeli ile oynanacağını eklersek yıldızları dinlenmiş Galatasaray’ın daha etkili olacağı sonucuna varabiliriz.”

* Y.N. Hakan Balta’nın sakat olduğu dönemde Skibbe’nin Mehmet Topal’ı sol beke çekmesini eleştirmeyen yoktur herhalde. Demek ki bir bildiği varmış.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Marsilya'dan...

Ukrayna’daki futbol düzeyinin bu yılki en iyi temsilcileri Metalist ve Brandao’dur. 30 tane 9 numaram olsa birini vermem. Bu adam denk getirmiş de beş ayrı takımda 117 golü nasıl atmış şaşılacak şey…

Marsilya’nın TV’den yayınlanan son üç maçını da seyrettim; Bu adamdan ne kanat olur, ne orta saha, ne ön libero… Belki savunma bloğunda yer bulabilir. Unutmadan bir de yetenekleri doğrultusunda kaleci olabilir bir ihtimal…

Ne golle alakası var ne de golcülükle. Her pozisyonu Neşeli Günler’deki kız isteme sahnesine çeviriyor. Servet’e savruk diyenler bir de bu forveti seyretsin derim. Marsilya’da 6’ıncı maçında da 9 numaralı formayı terletirken henüz gol atamadı. Atamaz da…

Diğer taraftan küçük şeytan Sekou Cisse uzun bir aradan sonra Monaco maçıyla formasına kavuştu. Oyuna girdi, daha girer girmez araya kaçtı aldı topu, kaçırdı golü. Beş dakika sonra bir gol attı ki, seyredin derim. Ceza sahası sağ köşesinden ters tarafa aşırtmayı gönderdi. Kaleci Ruffier de seyretti bizim Brandao’da.

Taktım Brandao’ya. Ama takılmayacak gibi de değil. Bakınız, son dakika korner bayrağına kadar akmışsınız, ne yaparsınız? Cevap açık, topu saklarsınız. Bu arkadaşımız aldı topu Hakan Şükür’e has iki dönüş yaptı sonra da orta kesti. Hem de içeride hiç Marsilyalı yokken… Hayır yaşı genç olsa üzerinde emek harcanabilir kaliteli golcü olabilir diyeceğiz ama yaş da gelmiş 28’e. Anlayacağınız pazarlama başarısından başka bir hikaye yok bu transferde.

Bu arada forvet ve kötü sıfatını yan yana getirmişken, Boubacar Sanogo’yu da üst sıralara yerleştiririm. Ama ilginç biçimde onun da piyasası bitmiyor. Böyle olmak lazım demek ki… Ne demiş büyüklerimiz: “İşi bileceksin, işe gitmeyeceksin…” Bir diğer deyişle; “Doğru menajerle çalışacaksın, sırtın yere gelmeyecek…”

Yine, yeni, yeniden

Bence tam zamanı başka sularda yüzmenin… Hakemiydi, federasyonuydu, Galatasaray’ıydı derken usul usul sardığımız lif bir anda karışıverdi. Şampiyonluk yarışı son yıllarda olmadığı kadar hareketli ve çetin geçen karşılaşmalara sahne oluyor. Kısaca otursak ara vermeden tartışacağımız 15 günlük konu var.

Futboldan konuşuyorsanız bugün şu soruya aynı sözcüklerle 50 ayrı kişiden maruz kalabilirsiniz: “Bugün Cim-Bom ne yapar baba?” Soru budur. En radikal değişiklik Cim-Bom’un Galatasaray yapılması ve ‘baba’ mahlasının ‘kardeşim’ ile değişmesi olur ki son değişim kişiyle aranızdaki samimiyetle doğru orantılıdır.

Konuyu dağıtmadan hemen günün sorusunun cevabını aramaya koyulalım… Şu an çalıştığım işe ilk başladığım gün Olimpiyat Stadyumu’nda Galatasaray ile Bordeaux maçı vardır. Anlayacağınız, bu eşleşmenin benim için de özel bir yanı var, belirtmek isterim.

Galatasaray Bordeaux ile son üç yıldır karşı karşıya geliyor. 2007’de Şampiyonlar Ligi’nde karşı karşıya gelen iki ekibin Olimpiyat Stadyumu’nda oynadığı ilk maç hatırlayacağınız üzere 0–0 sona ermişti. Deplasmanda oynanan karşılaşmadaysa Bordeaux Galatasaray’ı 3-1 mağlup etmişti. Galatasaray’ın o yılki Avrupa macerası da grup maçlarında sona ermişti.

Sonraki yıl, 2008’de bu kez iki takım UEFA Kupası’nda aynı gruba düştü. Tek maç oynanacak adres, Chaban Delmas Stadyumu’nda oynanmış ve ilk yarının Galatasaray üstünlüğüyle geçilmesine rağmen maç 2-1’lik sonuçla Bordeaux lehine sonuçlanmıştı. O yıl iki takım arasındaki ilişki Hasan Şaş’ın yıldızlaştığı, Arda’nın Zidane kafasına sahne olan karşılaşma ile sınırlı kalmamıştı.

Galatasaray UEFA Grup mücadelelerinde son maçını İstanbul’da Austria Wien ile oynuyordu. İlk olarak Ali Sami Yen’de Galatasaray’ın galip gelmesi sonrasındaysa Yunanistan temsilcisi Panionios’un kendi sahasında Bordeaux’ya puan kaybetmesi gerekiyordu. Kaderin cilvesi… Galatasaray o gün kendi sahasında Wien’i yenemiyordu ancak Bordeaux’un aslanları* Sarı-Kırmızılı takımı üst tura kendi elleriyle çıkartıyordu.

Aradan bir yıl daha geçti. Ve Galatasaray bir kez daha Bordeaux ile eşleşti. Bu durum her iki takım için de avantaj gibi gözükse de Galatasaray’ın bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Zira bundan önceki iki yılda daha düşük viteste oynadıkları Galatasaray geride kaldı. Artık daha hızlı oynayan bir Galatasaray ile karşılaşacaklar. Bordeaux ise geçen yıl nasıl oynuyorsa bu yıl da öyle oynuyor. Bugün ve önümüzdeki hafta kısa paslarla ya Jussie ya da Wendel’in ayağından başlayan Gourcuff’un ince dokunuşları ve yaratıcılığıyla şekillenen, Cavenaghi-Chamakh ikilisinin bitirişiyle sonuçlanan birçok atağa şahit olacağız.

Takımın orta sahası en güçlü bölgesi… Diarra bana göre takımın lideri konumunda. Gourcuff, Jussie ve Wendel ile aynı frekansta… Oldum olası Rame’nin iyi bir kaleci olduğuna inanmıyorum. Sonra Cavenaghi Bratu-Ümit Karan arası bir adam. Bir bakıyorsunuz topu olmayacak yerden doksana takıyor, bir bakıyorsunuz Bratu gibi sağdan, soldan, bir yerden çıkıp karşı karşıya golü kaçırıyor. Tek bir gerçek var durmuyor… Sürekli hareket halinde. Chamakh… Gerçekten etkileyici bir forvet. Boy uzun, bilek ince, iyi bitirici. Savunma da bekleri Hakan Balta gibi park etmiyor. Dolayısıyla Volkan Yaman açıkları veriyor… Göbek oyuncularınınsa Servet gibi diğer arkadaşlarına güven vermediği düşüncesindeyim. Sonuç: Eldeki beş yıldızın, ikisini Gourcuff’a, ikisine Chamakh’a birini de Wendel’e veriyorum. Bu arada bu hafta sonu Grenoble oyuncularının canını sıkan Fernando Menegazzo’nun da oyuna girerse ter yapabileceğini belirtmek isterim…

Galatasaray’da ise en çok yokluğu hissedilecek adam şüphesi Hakan Balta… Volkan her ne kadar iyi ve sık hücuma çıksa da savunma ve adam kaçırma konusunda Sabri’den aşağı kalmıyor. Sabri demişken bir Antalya performansı da Fransa’da sergilerse önümüzdeki yıl bavulu toplar. Fatih Ceylan’ın otoban yaptığı sol tarafı Fransızlar uçuş pistine döndürür…

Bu yıl Roma, Chelsea, Cluj üçlüsünün olduğu grupta zayıf halka Romen temsilcisini geride bırakarak Saracoğlu’na doğru yola koyulan Bordeaux, geçtiğimiz yıla oranla iki vites artırarak hücum oynuyor. Savunmadan çıkan her top Wendell’e geliyor. O da hemen topu rakip yarı sahaya taşıyor. Pres yapmazsanız çok zor durumlara düşebilirsiniz, Fransız temsilcisi karşısında… Chamakh, ceza sahasının çapraz köşelerinde top almaya bayılıyor. Dikkat! Bordeaux kadrosunun neredeyse tamamı, ceza sahası yakınına vardığında tek müdahaleyle, narkoz yemiş gibi bayılıyorlar… Soldan Gourcuff, sağdan Wendell, Ergün-Alex ortası kesiyor. Galatasaray’ın ve Türk futbolunun yan top sıkıntısını da düşünürsek kırmızı bölgede faul tuzağına düşmemek lazım. Sonra savunmayı alanı daraltacağım diye haddinden fazla önde kurmak, Cavenaghi’yi Aghahowa yapar o da diğer bir dikkat edilmesi gereken unsur.

Bordeaux’nun en zayıf yönü, telaş yapıyor olması. Grenoble ve Marsilya maçında golü yedikleri andan itibaren şuursuz bir futbol oynamaya başladılar. Bu açıdan ilk golü Galatasaray’ın bulması demek Lincoln- Arda ikilisinin savunma arkası toplarını bolca izleyeceğiz demektir. Marsilya maçı demişken, bence oldukça iyi oynadılar o gün... Cavenaghi gününde olsaydı çarşı karışırdı… Öyle anda iki gol kaçırdı ki biri boş kaleydi. Sonra saçma bir gol yediler. Chamakh kendi kalesine attı. Ama her şeyden önemlisi maçın hiçbir anında tam saha baskı yemedi. Bunda Gerets’in eldeki kadroyu hatalı kurmasının da payı yok değil. Ancak yine de Blanc’ın deplasman maçında savunma ağırlıklı bir takım çıkarmaması dikkatten kaçmamalı…

“Bugün ne olur” sorusuna cevap aradık. Ben Galatasaray golünü atar ama efendi efendi ‘minimum’ bir tane yer diyorum. Tur da ‘minimum’un nasıl bir seviyeye çıkacağında yatıyor zaten...

Karşılaşma saat 21.45’te TRT 1’de. TRT bu yıl Sarı Kırmızılılar’a uğurlu geldi. Umarız bu akşam da uğur devam eder…

* Y.N. Burada Costa Rica-Brezilya maçında sol bek Junior’a ‘yürü be Junior’ diyerek kıtalararası mesafeyi ‘koçum benim’ seviyesine indiren Levent Özçelik’e atıfta bulunulmuştur…

16 Şubat 2009 Pazartesi

Hareket zamanı

Blogu takip eden herkesten durgunluk dönemi nedeniyle özür diliyorum. Bir türlü istediğim çizgiye erişemedim. Farkındayım...

Ancak aldığım radikal kararla artık daha aktif çalışacağım. Sıkı takipçilerin "Biz bu filmi daha önce de seyretmiştik" söylediklerini duyar gibi oluyorum. Ancak bu kez son defa 'hareket zamanı' diyerek uzun kopmalar yaşamadan geri döndüğümü bilmenizi istiyorum.

12 Şubat 2009 Perşembe

Ev ödevi

Dün bir kez daha gördüm. Belki hepimiz diyoruz ancak yine de tekrar etmeli: "Bu İspanya’dan puan almak olağandışı faktörler yaşanmadıkça zor…" Tamam futbol bu her sonuca gebe ancak sorun şu İspanyolların oynadığı futbol değil. Takımın hızını 1-0’cı Del Bosque bile kesememiş. "O İniesta nasıl bir futbolcudur, David Villa aynı ayağının üzerinde üç oyuncuyu nasıl dağıtır, Xavi nasıl bir liderdir, one touch futbol bu kadar mı güzel oynanır?" 28 Mart’a kadar bu soruların cevapları bir yana çözümlerini de bulmak lazım. Yani epey işimiz var...

8 Şubat 2009 Pazar

İyi malzeme

Galatasaray haftaya da puan kaybederse çoğu gazetede bu fotoğrafa rastlarız artık. "Her fırsatta takımın oynadığı futboldan memnun olmadığını dile getiren Adnan Polat, önümüzdeki sezon için Fatih Terim'den söz aldı." Tam Fotomaç haberi oldu...

7 Şubat 2009 Cumartesi

Bu da mı gol değil?

Replik rahmetli Sadri Alışık’ın ‘Ofsayt Osman’ filminden. Böyle bir giriş yaptım çünkü maç esnasında hakem öyle kararlar verdi ki eminim iki takım taraftarına da ‘bu da mı faul değil, bu pozisyonda da mı kart yok, penaltı yok mu’ gibi soruları defalarca kez dile getirmiştir. Haberde yer alan fotoğrafsa devre arasında gerçekleştirilen ‘Futbolig’ programından. Fotoğrafı koyma nedenim de Ağustos böceği-karınca karşılaştırmasından dolayı. Zira kendisi hakemsiz Türkiye’de erk gücü tanınan ‘siyah giyen adamlar’dan bir tanesi. Kendini ileriye taşıma, başarılı olma gibi düşüncesi yok. Yedi yıl önce neyse şu anda da o. Arada bir sıkı maç yönetiyor, kalan dönemde de artık maç nasıl gelişirse… Tıpkı bugünkü Galatasaray-Kayserispor maçında olduğu gibi…

Herkesin olduğu gibi bizim de gönül verdiğimiz renkler var elbette. Belki anlaşılmıştır ama birinci ağızdan bir kez daha yazayım; Galatasaraylıyım. Bugüne kadar yazılarımda hiç çığırtkanlık yapmadım. Bundan sonra da yapmayacağım. Bugün dile getirdim, çünkü bu yazıyı okuyanların ‘fanatik’ yorumunda bulunmamalarını istedim.

Bugün üzüldüm diyebilirim. Tuttuğum takım puan kaybetti, buna üzüldüm. Birçok pozisyonda hakkı yenen Kayserispor’a üzüldüm. Hakem Selçuk Dereli’ye üzüldüm. Sonra MHK Başkanı Oğuz Sarvan’a üzüldüm. Lincoln’ü ve Galatasaray’ı seyretmek için stadyuma gidenlere, ekran başına geçenlere üzüldüm.

Daha önce bir seri yapmıştım, ‘Nefretverenler’ diye… Üzüntü veren her maç sonrası seriyi uzattım.

Her yazıda şunu vurguladım; hakem dediğimiz erk sahibi insanlar, kendisine verilen bu yetkiyi en iyi şekilde uygulamak zorunda. Görevleri bu… Görmek ve çalmak. Ancak diyoruz ya; onlar da insan. Kimi zaman tempolu maçta pozisyonları yakalayamayacaklar, kimi zamansa doğruyu süzemeyecekler... Bu yazdıklarım olsun ancak önce siyah dediklerine, sonra beyaz demesinler.

Selçuk Dereli bugünkü maçı katletti. Pozisyon pozisyon değerlendirip yazmayacağım. Ama kafasının içi önceki yıllardan kalan hesaplaşmalardan dolayı örümcek ağı bağlamış. Hemen önündeki penaltıyı göremiyor, ‘buz gibi’ sarı kartları vermiyor, veremiyor, faulleri kart göstermemek için es geçiyor… Daha çok şey sayarım. Bu arada bunlar sadece Galatasaray’a yapılmış hatalar değil, çok pozisyonda Kayserispor’un da canını yaktı Selçuk Dereli.

Galatasaray’a kırmızı kart gösterdiği için o kadar saçmalığa imza attı ki herkesin midesini bulandırdı.

Bugün bir kez daha gördük, MHK yanlışlar, hatalar üzerine kurulu. Temeli ne kadar sorunluysa üst yapı da o kadar arızalı. Her taraftan çatırtı geliyor. En iyi hakemlerimizden dedikleri Selçuk Dereli, elinden gelen her maçı kendi üslubuyla katlediyor. Üstelik bunları yaparken kendini Türkiye ile de sınırlamıyor. Gidiyor Fransa’yı, Avusturya’yı da karıştırıyor.

Hiçbir futbolsever bu sahnelere şahitlik ederek acı çekmek mecburiyetinde değil. Hiçbir yönetim yıl boyunca yaptıkları yatırımları bu hatalarla çöpe atmak zorunda değil. Ve hiçbir futbolcu sahada kazanmak için döktüğü teri hakemler yüzünden boşa harcamak durumunda değil.

Bu son olsun istiyorum. Hakemler hakkında artık yazmak istemiyorum. Eminim sizler de okumak istemiyorsunuzdur. Ama herkes biliyor ki bu ne ilk ne de son olacak. Zira muhtemelen haftaya yeni bir hakem yazısıyla yine karşınızda olacağım…

5 Şubat 2009 Perşembe

Seviye!

Fotoğraf Galatasaray’ın 100’üncü yılında düzenlenen özel bir maçtı. Hakan henüz yorumculuğu meslek olarak addetmemişti. Arada Lig TV’nin canlı yayınlarına takılıyordu. Ve kimse bilmiyordu onun üç sene içerisinde NTV’nin gözde yorumcularından biri olacağını… Şimdilerde NTV Spor’un çoğu programında yorumcu olarak boy gösteriyor. Ancak bir konuda sorunu var. Seviye! NTV Spor’da haftanın karşılaşmalarını Sergen Yalçın ile beraber değerlendirdikleri programı, köy kahvesi sohbetine çevirdiler. Eminim ki en düzeyli futbolsever bile Aragones ve Kalli için yaş şakası yapmıştır. Biz yapabiliriz. Çünkü biz bu şakaları kendi aramızdaki futbol sohbetinde yapıyoruz. Ancak ekranda olmuyor. Saygı Avrupa’da kupa almakla, ligde efsane şampiyonluklar kazanmakla olmuyor maalesef. En canlı örneği Hakan Ünsal. Sergen Gökhan Emreciksin’in oynatılıp oynatılmamasıyla ilgili bir yorumda bulundu. Hakan da “Yaşı biraz fazla olduğundandır belki” yorumunda bulundu. Aragones şu yorumu bir şekilde öğrense herhalde Hakan’a acıyacaktır. Sen önce bir teknik direktör olmayı başar, sonra Aragones ol, sonra da yaşın ilerlesin hata yap, yanlış hamle yap, kötü karar ver. Bazı şeyleri eleştirmek için ekran başına çıkarıldın onu da biliyoruz ama seni de o ekrana çıkaranlar utansın. Ne diyeyim başka.

1 Şubat 2009 Pazar

2 resim arasındaki 7 fark #4


İkisi için de aynı mental özellikleri sayabiliriz. İkisi de kaptan, ikisi de kaos ve gerilimden besleniyor. İkisi de sinirlendikleri anda kart görme korkusu duymadan istediklerini yapabiliyor. Ve ikisinin de bırakın rakip taraftarlar kendi taraftarları arasında bile oldukça büyük çoğunlukta muhalifleri var.