25 Mart 2009 Çarşamba

24 Mart 2009 Salı

Halıyı kaldırmanın vakti geldi

Çok değil daha iki ayn önce Galatasaray’da hem lig şampiyonluğu hem de UEFA şampiyonluğu için besteler yapılıyordu. Her şey bir Kocaeli maçıyla yerle bir oldu. Yönetim önce takıma ‘futbol’ oynatan hocasını gönderdi, sonra kupadan elendi ligde de dört rakibin izinde 6 puan geride kaldı. Sarı-Kırmızılılar’da tek sorun bunlar da değildi. Bu arada yeni hocasını sorgulamaya başladı, büyük umutlarla getirdiği Lincoln’ü ise kaybetme noktasına geldi. Peki, bu kadar kısa sürede bu saydıklarım nasıl gerçekleşti? Halıyı kaldırmanın zamanı geldi…

Bugün Türkiye’de neden dört büyükler gibi bir ifade olduğunu, bu büyüklerin nasıl ‘büyük’ olduğunu hiç düşündünüz mü? Sizce ‘büyük’ olmalarının tek nedeni şampiyonluk kazanmaları mıydı? Ya da kuruluş yılları mı? Yoksa bütçeleri mi? Bu takımlar (bana göre) gelenekleriyle büyük oldu. Geçmişten bugüne uzanan çağdaş yapılarıyla büyük oldu. İlkeleriyle büyüdü bu dört büyük takım. Geçmişten gelen politikaları takip ederek, her gün bir basamak daha atladı. Her basamakta farklı bir başarının altına imza attı. Ancak onları o basamaklara getiren geçmişten gelen değerleriydi…

Einstein’ın söylemine göre arılar yok olduğunda insanlığın ömrü sadece dört yıl sürecek… Ben bu söylemi futbola uyarlıyorum: “Eğer köklü kulüpler geleneklerini hiçe sayarak hareket ederlerse kısa zamanda küçülürler ve kaybolurlar…” Buna en güzel örnek herhalde Göztepe… Profesyonel bir yapıları olmadığından, gelenekleri olmadığından kendilerini ileriye taşıyamadılar. Aynı şekilde dönemin İstanbul Ligi’nde başarılı olan şehrin birçok efsane takımı, geleneklere uymadıklarından zamanla yok oldular veya mahalli liglere düştüler. Endüstriyel futbol çağında büyük takımlarımızın bu denli düşüşler yaşaması uzak ihtimaller de olsa bu takımların başarısızlığı sindiren kulüpler olmayacağı anlamını taşımaz.

Konunun açılış sebebi Galatasaray… Galatasaray tarihinde çok azdır, dere geçerken at değiştirmek. Başarı ödüllendirilir Sarı-Kırmızılılar’da… Sadece iktidar olmak için ilkeli futbol adamları harcanmaz. Disiplinli olduğu için hiçbir hoca gönderilmez. Veya düşüncelerin uyuşmaması nedeniyle gönderilen herhangi kimseler aynı yıl içerisinde tekrar futbol bölümünün başına getirilmez. Sonra bir maçın ardından hoca göndermez Galatasaray.

Bugün Galatasaray’da her konunun üstü açık, cevapsız… Soruların tamamı duymazdan ve görmezden geliniyor. Hemen her sorun halının altına süpürülüyor. Ve bu yapılırken de hiç bir şey yokmuşçasına mutluluk şarkıları söyleniyor.

Tarih 22 Şubat. İstanbul Ali Sami Yen Stadyumu’nda UEFA Kupası 3’üncü tur ilk maçında Fransa’dan dönen Galatasaray lig sonuncusu Kocaelispor’a evinde 5–2 mağlup olmuyor. Ve işi sadece futbol oynatmak olan Alman teknik direktör Michael Skibbe ile ilişik kesiliyor. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belli. Sarı-Kırmızlı yönetim hocasının ipini Steau Bükreş maçında çekiyor. Ancak gerek tazminat gerekse takımın güzel futbolu yönetimin operasyon yapmasına bir türlü meydan vermiyor. Ardından önce yardımcı antrenörleri gönderilen Skibbe’nin üstüne geçtiğimiz yıl ardından teneke çalınan Feldkamp direktör olarak getiriliyordu. Bu gelişmeler sonrası görevinden istifa etmeyen Alman Hoca, takımı başarılı yapmak için çalışıyor ve başarılı da oluyor.

Ta ki 22 Şubat gününe kadar… Galatasaray yönetimi aradığı fırsatı en sonunda yakalıyor ve Skibbe’nin görevine son veriyor. Ortada Hagi, Terim isimleri geçerken takımın başına Bülent Korkmaz getiriliyor. Takım çok değil iki gün içerisinde kimlik değiştiriyor. Sezon içerisinde taraflı-tarafsız birçok futbolseverin güzel futbolunu övdüğü takım gidiyor, yerine organize atak geliştiremeyen, doldur-boşalt gibi eski çağdan kalma bir futbol oynamaya başlıyor.

Takım futbol oynamaktan uzaklaşmakla birlikte bir de ortaya Lincoln-Bülent Korkmaz sorunu çıkıyor. Feldkamp döneminde katı disiplin kuralları nedeniyle bir türlü istekli bir futbol oynayamayan Lincoln, sonrasında Skibbe ile yeniden doğmuş, sezonun ilk yarısında mükemmele yakın bir form grafiği tutturmuştu. Ancak Bülent Korkmaz’ın gelişiyle birlikte bir düşüş yaşayan ve bu sürecin sonrasında Hamburg maçlarıyla zirveye ulaşan Lincoln krizinde son perde dün oynandı. Yönetimin izin vermemesine karşın Lincoln dün ülkesine gitti.

Lincoln geldiğinde de çok disiplinli bir futbolcu değildi. Ancak keskin bir özelliği vardı. Yetenekleriyle maçı bir taraftan alıp diğer tarafa getirebiliyordu. Ondan bu özelliği sahaya yansıtmasını istemek yeterdi hatta artardı bile. Ve o bu özelliğini Skibbe ile ilk yarıda birçok maçta göstermişti. Bülent’in daha önce TV yorumculuğu sırasında ‘Ben Lincoln gibi bir oyuncuyu kadromda istemem’ ifadesi ne denli etkilemiştir Brezilyalıyı bilinmez ancak bilinen bir gerçek var o da bu ikilinin bir türlü birbirine ısınamaması.

Bazı oyuncular için bazı maçlar çok özeldir. Teknik adamlar da bu durumu çok iyi bilirler. Nihayetinde onlar da yeşil sahadan gelmektedir. Hamburg bir Alman takımıydı ve Lincoln bitmediğini göstermek için Hamburg maçlarını iple çekiyordu. Halen bir yıldız olduğunu göstermek için Almanya’da oynanacak karşılaşma kendisi için müthiş bir fırsattı ancak hocası ondan kırmızı kartın ardından hemen vazgeçmişti. Kaldı ki Lincoln o süreye kadar oldukça iyi oynamış, topun takımında kalmasını sağlamıştı. Hal böyle olunca Lincoln değişiklik tabelasının altından saha kenarına çıkarken hocasına sert çıkarak, soyunma odasına gidiyordu.

İşte o gün Korkmaz, küfür ettiği iddia edilen Lincoln’ü kadro dışı bıraksaydı belki de kriz bugüne kadar bu denli tırmanmayacaktı. Ancak onu önce Trabzon’a götürdü oynatmadı. Sonrasında Hamburg maçında 11’e koymasıysa hem karakterine zarar veriyordu hem de bir futbol fecaati olarak gazete manşetlerini süslüyordu. O maçta da durum 2-2 iken oyundan alınan Lincoln bu kez kenara bakmadan soyunma odasına gidiyordu. Ve Galatasaray o dakikanın ardından bırakın üretkenliği, topun bile hakimi olmakta zorlanıyor ve turu kaybediyordu. İki gün sonra aynı Lincoln bu kez Eskişehirspor maçında saha kenarında oturtuyordu. Bir oyunca yedek kulübesine koyulduysa oyuna hazır demektir. Fakat onu kulübede tutmak, kötü futbola göz yummak, taraftarın ve diğer futbolseverin gözünde Bülent’in kredisinden büyük bir bölümü çöpe gönderiyordu. İşte Bülent’in bu kişisel çekişmesi Galatasaray’a oldukça pahalıya mal oldu. Ve bu çekişmenin iki yakasındaki adamların bunu yapmaya hakkı yoktu. Ancak olan oldu bir kere…

Şimdi elde ne kupa var, ne Avrupa ne de lig. Matematiksel olarak halen şansı olmasına rağmen bunca sorun arasında Galatasaray’ın şampiyon olacağını söylemek herhalde bir Temel fıkrası olur. Peki, Galatasaray bu soruları ne zamana kadar duymazlıktan gelecek? Muhtemelen futbol şubesinin köklü değişimine kadar bu devam edecek. Çünkü asıl sorun üst yapı da. Yoksa bu takımın bu kalitesiyle (bütün maçları kazansa dahi) geçtiğimiz yıl aldığı puanın altında toplayacak bir takım mı?

Köklü bir operasyonun ardından takım sadece ve sadece teknik direktöre bırakılır ve bu teknik adam da ilkeli çağdaş bir futbol adamı olursa Galatasaray önümüzdeki yıl bugünlerde yaşadığı sıkıntıları acı bir tebessümle hatırlar. Koca bir yılın kaybedildiğini fark eder. Ancak aynı yapıyla devam edilirse önümüzdeki yıl bugünlerde belki de daha erken bizler aynı satırları farklı ifadelerle doldururuz.

23 Mart 2009 Pazartesi

Kayıp hafta

Beş takımın amansız şampiyonluk mücadelesi verdiği Turkcell Süper Lig’de 25’inci hafta geride kaldı. Fenerbahçe, Galatasaray dökülerek, Trabzonspor ise beceriksizliğiyle haftayı puansız kapattı. İlk ikiyi karşı karşıya getiren haftanın karşılaşmasındaysa bir puan paylaşıldı. Sonuç; evinde kaybeden Galatasaray da son dakikada kaybeden Fenerbahçe de düşüşünü sürdüren Trabzsonspor da halen çemberin içinde. Kayıp haftasının ardından Beşiktaş sokaktaki adamın, Sivasspor Anadolu’da gönüllerin favorisi...

Ligde 25’inci hafta sürpriz bir maçla başladı. Sivas-Sivas-Kayseri maçlarını yüksek tempo, güzel futbol ile kayıpsız atlatan Fenerbahçe, önce Kocaeli sonra da son dakikada Bursa’ya puan kaptırdı. Ve az olan şampiyonluk şansı ve inancı erozyona uğradı… Taraftar da hal böyle olunca Bursa dönüşü takımını protesto etti. Haksız da sayılmazlardı. Yıl içerisinde o kadar istikrarsız bir grafik çizdi ki Fenerbahçe, şayet kazanmış olsa liderin üç puan arkasındaydı bugün. Ve şampiyonluk için rakipleri tedirgin eden önemli bir rakip… Büyük rakiplere karşı müthiş oynayan takımlarını Anadolu takımlarına karşı bu kadar isteksiz görmek onları Samandıra’ya götürdü Cuma akşamı…

Ligi uzun süre ilk ikide forse eden Trabzonspor’da bir çok kesime göre düşüşün sebebi, hücum oyuncularının verimsizliği. Ben olayı bir adım daha öne getiriyorum. Asıl sorun kondisyon diyorum. 20’inci haftaya kadar maçları yüksek tempoda oynayan bir takımın ligin son haftalarında düşüşe geçmesi beklenmeyen, sürpriz bir gelişme değil.

Maça gelince; Gaziantep Türkiye’deki birkaç zorlu Anadolu deplasmanından bir tanesi. Lider 50 puanda ve Trabzonspor bana göre sezon başında kağıt üzerinde ‘olası’ olarak nitelediği bir maçta puan kaybetti. Şampiyonluk için her puan çok önemli şüphesiz ancak; en zorlu iki rakibiyle oynayarak yenilmediğini de eldeki verilere eklersek ilk iki fotoğrafının onlar adına biraz daha güzel göründüğünü söyleyebiliriz. Önemli olan içeride puan kaybetme hastalığına son vermeleri.

Haftanın maçı Sivas’taydı. İlk iki yenilmemek için sahaya çıkıyordu. Beşiktaş için zorlu deplasmanda yenilmemek ne kadar önemliyse Sivas için de altındaki rakibine yenilmemek o kadar önemliydi. Neticede iki takımın da bir puana sevineceği bir karşılaşmaydı. Maç içinde iki takım da ara ara galibiyet ister gibi yaptı ama asla kontrolü elden bırakmadı. Ve ikisi de istediği skorla evine döndü. Belki rakipler kazanmış olsaydı bu skordan olumsuz etkilenebilirlerdi ancak şimdilik işler yolunda. Sıralamadaki yerlerini birer puan ekleyerek korumayı başardı iki takım da…

Haftanın son ve belki de üzerine en çok konuşulacak maçı… Çünkü sadece sahadaki futbol konusunda yazılacak şeyler yok…

Kendinden önce oynanan maçlar ve çıkan sonuçlar iştahını kabartmıştı Galatasaray’ın. Ali Sami Yen’de oynayacaktı, alacağı bir galibiyetle varlığını hissettirecekti. Ve UEFA’da yaşadığı hayal kırıklığının ardından bir galibiyet Milli Takım arasında deyim yerindeyse ilaç gibi gelecekti Sarı-Kırmızılılara… Ancak görüldü ki ne sahaya çıkan takım ne de yapılan oyuncu değişiklikleri Galatasaray’ın ne yaptığını bilmez bir halde olduğunu gösteriyordu.

Galatasaray maçın başından bu yana bırakın pozisyon bulmayı, bir organize atağa bile imza atamadı. Oysaki Eskişehir kazanmak için İstanbul’daydı. Ve Sarı-Kırmızılı takım açık oynayan takımlara karşı oldukça başarılı skorlar elde edebiliyordu. Bir de taraftar faktörü vardı tabi.

Oyun ilk 20 dakikadan sonra resmen Lincoln’ü çağırıyordu. Orta sahada yan pastan başka bir şey yapmayan Sarı-Kırmızılılar solda Arda’nın becerisine, sağdaysa Sabri’nin süratine bağımlıydı. Eskişehir’in oyun planıysa belliydi. Etkili kanat oyuncularıyla hızlı hücuma çıkmak. Başardılar da. Başaracaklardı da… Gol gelmeden kendini belli ediyordu. Golün rakibin 10 kişi kalmasının ardından gelmesiyse oldukça manidardı. Bu dakikadan sonra oyundan Kewell’ı çıkarmak, Lincoln’ü sokmamak, Mehmet’i tercih etmek gibi sorular skoru geri getirmeyecekti Sarı-Kırmızılılar için. Sadece yaraya tuz basacaktı. Sonuç olarak bir Anadolu efsanesi olan Es-Es bileğinin hakkıyla rakibini yenmeyi başardı.

Herkesin ihtiyacı olduğu bir anda Milli Takım arası başlıyor. takımlar 14 gün boyunca dinlenecek, teknik adamlar kalan haftaları daha derin analiz edecek… Geri dönüş sonrası alınan skorlarla yarış yeniden şekillenecek. İşin ilginç yanı dün kaybeden Galatasaray da son dakikada yenilen Fenerbahçe de Trabzonspor da halen çemberin içinde. Kayıp haftasında bir tek puanları paylaşan Sivas ile Beşiktaş kağıt üzerinde kazanan ikili olarak yerini alıyor. Bu denli istikrarsız skorların alındığı, bir türlü kopmayan ligde şimdiden şampiyonu ilan etmek bir nevi kuma yazı yazmaktır. Ve bir dalgayla silinir.

20 Mart 2009 Cuma

Hayaller ve gerçekler

Milyonlarca Galatasaray taraftarı dün güne Kadıköy’de kupa almak hayaliyle uyandı. Ve hiçbiri bilmiyordu, hayallerin üç dakikada yok olacağını. O taraftarlar, bu sabah uyandığında artık takımları UEFA Kupası’ndan mücadele etmiyordu. Çünkü hayaller suya gömülmüştü dün, üç dakikada…

Dün hem Avrupa’nın hem de Türk futbolseverinin favorisi Galatasaray’dı. Onca savunma eksiğine rağmen… Aslında her şey çok güzel de gidiyordu. Sarı-Kırmızılı takım 2-0 öne geçerek bulunmayacak bir fırsatı yakalıyordu. Ancak maalesef filmin sonu başı kadar güzel olmadı. Ve Galatasaray Kadıköy’de final oynama hayalini, 3-2’lik mağlubiyetle Mecidiyeköy’de bıraktı.

Yaşanan sakatlıklar sonrası savunmada oluşacak her türlü dizilim bir tarafta sürprizdi. Net olarak Korkmaz’ın ağzından duyulmasa da büyük ihtimalle Arda’nın sakatlığına bakılmaksızın Kewell stoperde başlayacaktı. Hamburg maçında kırmızı kartın arkasından pozisyon hatası yapmadan oynayan Avusturalyalı’nın Ali Sami Yen’de de stoper çıkması aslında Galatasaray’ın savunmasını daha etkili kılmayacaktı. Aksine hücumdaki yokluğu orta alandaki pas trafiğini ve hücumdaki yaratıcılığı etkileyecekti. Taraftarlar 2-0’dan sonra orta alanda oyunu rahatlatan ve topun Galatasaray’da kalmasını sağlayan bir adam arıyordu. Ancak aranana adam o sırada Guerrero-Olic ikilisiyle boğuşuyordu.

Bülent Korkmaz’ın Semih’e güvenmemesine saygı göstermek gerekiyor. Ancak Kewell gibi bir oyuncuyu savunmaya bağlama tercihi tartışılabilir. Savunma oyuncusu olarak Mehmet Güven düşünülebilirdi mesela… Aynı şekilde henüz takımla aynı düzeye erişemeyen hücum karakterli bek oyuncusu Serkan’ı da sahaya sürmek ne kadar doğruydu bu da tartışılır. Lincoln’ü oyundan almak, Hasan’ı oyuna sokmak… İşte dün geceden geriye kalan tek şey üzeri açıkta kalan ve muhtemelen de açıkta kalacak olan tartışma konuları.

Tüm oyuncu tercihleri, değişiklikler, talihsiz goller gibi tartışılan futbol ritüelleri bir tarafa dün turu geçen takım yine de Galatasaray olabilirdi. Ancak tur geçilmiş dahi olsa takımda net olarak gözüken bir konu var; o da skoru koruma başarısızlığı ya da kontrolsüz derecede farkı açma iştahı… Aynı sorun Bordeaux maçında da yaşanmış, ancak son dakika golüyle tur atlanmıştı. Futbol tanrıları bu kez tıpkı Hamburg gibi Galatasaray’a acımadı. Ve sahadan boynu bükük ayrılan binlerce taraftar gibi Sarı-Kırmızılı oyunculardı.

Maç sonrası ‘En son Nisan-Mayıs aylarında Avrupa macerasını ne zaman yaşadık?’ diye düşündünüz mü bilmiyorum. Ben düşündüm. Ve biraz hafızamı zorlamam gerekti: UEFA Kupası’nın kazanıldığı yıl… O gün doğan çocuklar şu anda ilköğretimlerini tamamladı. O çocuklar hayatlarında yeni bir öğretim dönemine girdi. Ancak aradan geçen zamanda Galatasaray bu başarısını daha da yukarılara taşıyacak işlere imza atamadı (Lucescu döneminde miras kadroyla oynanan Şampiyonlar Ligi İkinci Turu’nu bir tarafa ayırmak lazım). Atsa dahi başarılı olamadı. Sadece Galatasaray’da değil, diğer Türk takımları da günübirlik başarılarla yetinmeyi tercih etti. Yanlış anlaşılmasına bunu ben söylemiyorum, istatistikler söylüyor.

Takım bu sezon şampiyon olabilir mi, Lincoln özür diler mi, Bülent ile yola devam edilecek mi, Arda takımda kalacak mı, Kalli danışman olarak ne tür bir görev üstleniyor? Görüldüğü üzere çıkarmaya kalksak bir sürü soru var Galatasaray’da. Hem de cevapsız. Ama bir dakika! Skibbe giderken basın toplantısında ne demişti: “Dün kazansaydık, bugün bunları konuşmayacaktık…” Galatasaray da maalesef böyle gidiyor. Dün kazanıldıysa yeni gün hayallerle başlıyor, kaybedildiyse acı gerçeklerle…

19 Mart 2009 Perşembe

Hesap lütfen

Galatasaray bugün ‘tarihin tekerrürden ibaret’ olduğunu göstermek ve taraftarlarının hayalini gerçeğe dönüştürmek için Almanya’daki 1-1’lik skorun rövanşına çıkıyor. Çeyrek final hesaplaşmasına sahne olacak karşılaşmada stadyumu dolduran binlerce taraftar maç sonunda ya “Sen şampiyon olmasan da…” tezahüratını dillendirecek ya da “Burası Sami Yen buradan çıkış yok…”

Çoğu kişi gibi yazıya yaşanan sakatlıklardan, Meira’nın satışından veya futbolcu formsuzluklarından bahsederek başlamayacağım. Galatasaray’ı bekleyen ve bana göre en az sakatlıklar kadar önemli olan başka bir noktaya dikkat çekerek başlayacağım: ‘Bülent Korkmaz’ın tercih edeceği oyun sistemi…’

Bugüne kadar çalıştırdığı takımlarda takım savunmasını ön plana çıkartan ve oyun sisteminde daha çok ‘gol yememeyi’ düşünen Korkmaz, aynı mantaliteyle Hamburg maçına çıkar ve oyunu golsüz beraberliği kilitlemek için hamleler yaparsa, gecenin sonu pek de istediğimiz gibi olmayabilir. Bu noktada Skibbe’nin mirasından faydalanmak gerekiyor. Bordeaux maçı düzeniyle sahaya çıkan, orta alanda çok pas yapan, kanatları etkili kullanan ve her şeyden önemlisi gol atmayı düşünen bir Galatasaray, Hamburg’un ağır ve sıkıntılı savunma yapısı karşısında gole ummadığı kadar kolay ulaşabilir.

Hamburg’u sezon içerisinde birçok kez seyretme şansı yakalayan biri olarak ilk etapta Trochowski’ye dikkat çekerim. Özellikle duran topları boy avantajına sahip takım arkadaşlarının adeta kafasına indirebiliyor. Dolayısıyla yan toplar ve kaleyi çaprazdan gören dar açılı frikiklere dikkat etmek gerekiyor. Ancak yıl boyunca kuralarda şansı yaver giden Galatasaray’ın şans bu kez de yanındaysa Trochowski oynamayabilir. Ve onun olmadığı bir Hamburg’da hücum ve topa sahip olmak konusunda üretkenlik yarı yarıya düşer. Ancak ben oldum olası sakat denilen fakat kafileyle birlikte getirilen oyuncuların oynamayacağından şüphe duyarım.

Alman takımı aslında bir kontratak takımı değil. Aksine orta alanda Jarolim’in başlattığı, rakibin oyun yapısına göre Trochowski veya Olic ile olgunlaşan, hücumda ise Petric-Guerrero ikilisiyle üretken bir yapıya dönüşen bir oyun sistemine sahip. Hücum organizasyonlarında kilit görev üstlenen beş oyuncudan ikisinin oynamaması her ne kadar güzel bir gelişme olsa da muhtemelen Petric’in yerine oynayacak olan Olic’in de göz ardı edilmemesi gereken bir oyuncu olduğu tartışmasız.

Galatasaray’ın avantajlarına gelince; bir kere Sarı-Kırmızılılar’ın UEFA Kupası’nı Hamburg’dan çok istediği açık. Buna bir de Hamburg’un ligde şampiyonluk iddiasını sürdürmesi de eklenince rakibin motivasyonunda düşüş, sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Galatasaray’da ise tam aksine. Bugün 18 adam tamamen maça konsantre olmuş şekilde Ali Sami Yen çimlerine çıkmak için hocasından görev bekleyecek.

Galatasaray’da da her şey günlük-güneşlik değil elbette… Özellikle dün hortlayan Arda’nın oynayamama durumu, eldeki oyuncularla kurgusu soru işaretleri taşıyan savunma sıkıntısının bile önüne geçti. Özellikle Bülent Korkmaz’ın gelişiyle geçen sezonki form durumuna yaklaşan genç oyuncunun Trabzonspor maçında aldığı darbe sonrası bugün sahaya çıkması oldukça zor. İşte bu eksik de Sarı Kırmızılılar’ın hücumdaki üretkenliğini etkileyecek. Belki Arda’nın eksikliğini eldeki oyuncularla veya oyun düzeniyle azaltabilirsiniz; ancak onun taraftarı ve takımı ateşleyen varlığını kolay kolay kapatamazsınız.

Geçtiğimiz yıl bugünlerde Türk futbolunun Avrupa macerasını, farklı renklerle yaşıyorduk. Bugünlerde bize aynı heyecanı Galatasaray yaşatıyor. Geçen yıl kupayı almak konusunda ne kadar zorlu rakipleri düşünerek şüphe taşıyorsak bu yıl, o kadar inanıyoruz. Bunda rakiplerin güç seviyesi en önemli etken. Tabi Sarı-Kırmızılılar’ın da hakkını yememek lazım. Onların gösterdiği direnç ve bugüne gelene dek ortaya koyduğu performans da ayrıca alkışı hak ediyor. Ancak Galatasaray bu alkışlarla yetinmek istemiyor, büyük hedefi gerçekleştirmek için yeni adımlar atmayı istiyorsa; ilk olarak bugün Alman temsilcisini kupanın dışına itecek skoru yakalamalı. Bugün taraftar maçın sonunda ya “Sen şampiyon olmasan da…” tezahüratını ya da “Burası Sami Yen buradan çıkış yok” diyecek. Dileğimiz tabii ki ikincisini duymak…

17 Mart 2009 Salı

Galibiyeti hak etmek!

Her ne kadar sabah saat 10.00’a kadar iş yerinde olmam gerekse de NBA’in sıkı takipçisiyim. Bu sene bir tarafa belki ama geçen yıl çok az maç kaçırdım…

NBA hakkında bugüne kadar yazı yazmadım. Bundan sonra da sık yazmayacağım. Zira hem kişisel yeti açısından hem de geçmiş derinlik açısından yazı yazacak kalibrede olmadığım kanısındayım…

Bana NBA yazısı yazdıransa dünkü Houston ve Rick Adelman’ın haklı galibiyeti. Takım oyunu, mücadele, arzu, istek... Ligin en iyi ikililerinden Yao (ki oynamayacağı gün içerisinde belli oldu) ve T-Mac’in yokluğunda Hornets’ı deplasmanda 11 sayı farkla yendiler.

Mutombo’nun ilk beş başladığı maçta, Scola’nın savaşını, Brooks’un çabukluğunu, Battier’nin savunma kilidini, Wafer’ın istekli oyununu, Lowry’nin ateşini ve sahada olması bile rakipler için tedirginlik yaratan Artest’in sorumluluk alması gereken dakikalarda elini taşın altına düşünmeden soktuğunu izlemek, bana büyük keyif verdi.

Hornets mı? Chandler resmi sitede gün içerisinde “Hem sıralama için hem de son mağlubiyetimizi unutturmak için sahaya çıkacağız. Ve çok istediğimiz galibiyeti alacağız” dedi. Ancak istemek böyle olmuyor. Sadece Paul ne yapacak diye beklemek, aslında onların kaderinin de ne olacağını gösteriyor.

Sahada gerçekten galibiyet isteyen Houston’dı. Özellikle ikinci yarının başında 11 sayı geriye düşmüş, taraftar, oyuncular herkes havaya girmiş, üst üste iki alley-oop yemişken, hücumda üretkenlik dibe vurmuşken, tekrar öne geçişleri var ki hakikaten saygıyı hak ediyor.

Kameralar tam bu 11 sayılık farkın olduğu sırada molaya girilirken Posey’yi yakalamış, Mutombo’nun meşhur hareketini Houston bench’ine yaparken… Ancak söylediğim gibi galibiyet parke üzerinde kazanılıyor. Rick ve oyuncuları gerçekten de galibiyete olan inanç konusunda oldukça güzel bir örnek sundu dün.

Yıl içerisinde buna benzer maçlar elbette izledik, ancak bu maçı yazmamın bir diğer nedeni Battier’in maç öncesi söylediği sözler oldu: “Bugüne kadar mücadele ederek çok maç kazandık. Çoğunda da Yao ve T-Mac vardı. Onların etkinliği sayesinde çok güzel günleri geride bıraktık. Ancak sıra bizde. Eğer bazı şeylere imza atmak istiyorsak hem mücadele ederek hem de her ikisinin yokluğunda daha çok düşünerek, aklımızla da maç kazanmalıyız.” İşte galibiyete olan istek, inanç derken bu bilinçten bahsediyordum ve bir sonraki Houston maçını iple çekiyorum…

16 Mart 2009 Pazartesi

Şampiyon olmak

Şampiyon olmak demek içeride yarıştığın rakiplerine en kötü ihtimalle yenilmemek, diğer takımlarıysa içeride-dışarıda yenmek demektir. Benim el kitabımda tanım budur. Yani Trabzosnspor ve Galatasaray dün aldıkları beraberliklerle aslında çok da bir şey kaybetmedi. Şayet bir kaybeden varsa da o da Trabzonspor’dur o ayrı.

Maç konusunda yazıya girişmeden, biz ne iddiasındayız? 2016 şampiyonasını almak değil mi? Nasıl peki? Eğer halen statlarımızda elektrik sorunu çekiyorsak bu işte bir hata var. 2009 yılındayız, artık elektrik kesintileri yaşamamalıyız. ‘Yaşamamalıyız’ diyorum. Yaşanmaz mı? Pekala olabilir ancak o zaman da 2016 konusunda başvuru yapmamalıyız. Bu konu uzar gider, sabahlara kadar da tartışılır. Ancak benim el kitabımda durumun açılımı da budur.

Maça gelirsek; daha önce endişelerim vardı dün kendimce düşüncelerimi netleştirdim… Korkmaz, Lucescu’nun kötü bir imitasyonu. Bakın skor aralıklarına ve oynanan oyuna… Özellikle 2-1’den sonra yıl içerisinde oynanan futbolla karşılaştırıldığında tam anlamıyla fecaat… İleri doğru oynanan uzun toplar ve duvardan dönen toplarla hızlı başlayan Trabzonspor atakları. Puan kaybını kırmızı karta bağlamak hem Yaser’e hem de Trabzonspor’a yazık etmektir. Bu arada her ne olursa olsun Yaser’in yaptıklarını da anlamak mümkün değil. İsmail Güldüren versiyonu bir adam çağrıştırıyor. Oyuna sadece sert fauller yapmak için girdiği görüntüsü veriyor. Umarım bu kart ona güzel bir ders olur.

Dünkü maşı seyreden herkes eminim ki ‘O güneşe kar dayanmayacağını’ fark etmiştir. Galatasaray’ın oyunu resmen ‘Lincoln’e ihtiyacımız var’ diye bağırıyor. Ancak ceza mıdır, Hamburg maçı mı düşünülmektedir (bu tartışmanın da sonu yoktur bana göre) bilinmez kendisi kenarda montunu giymiş oturuyor.

Trabzonspor’un son haftalarda oynadığı maçları seyrettiğimden dolayı Yattara’nın oynamamasına sevinmiştim. Zira bugüne kadar seyrettiğim Alanzinho, takımıyla uyumlu değildi. Dolayısıyla faydalı da olamıyordu. Ancak her şeyin bir başlangıcı var, Galatasaray’a karşı harika oynadı. Bir attı bir attırdı. Felipe’yi hatırlatıyor. Topsuz oyunu ‘0.’ Ancak top ayağına geldiğinde hakkını veriyor.

Galatasaray cephesinde Emre Aşık’a bir parantez açarım. Bu yaşta bu oyun. Türk futbolu bu derece istikrarlı oyuncuları az gördü. Özellikle de bu yaşta. Bu açıdan Galatasaray’ı ve Emre’yi kutlarım.

Parantez demişken, Baros’u bu maçta da anladık ki bandajla sahaya sürmek gerekiyor. Ellerini vücuduna yapıştırmalı Çek oyuncunun. Golcülüğüne laf söylemek haddime değil belki ama o elleri bu kadar hareketli olduğu sürece pimi çekilmiş bomba misali ne zaman ne yapacağı belirsiz.

Sonuç olarak Trabzonspor’un topa hükmettiği bir maçta yorgun ve eksik Galatasaray’ı yenememesi takımın özgüveni açısından oldukça büyük bir eksi yazıldı haneye. Galatasaray açısındansa Avni Aker’de bu bedenle alınmış bir puan ve sıralama üstünlüğü her halükarda avantaj.

10 hafta 30 puan demek. Ve yukarıdaki takımlardan büyük çoğunluğu halen aralarında maç yapmadı. Son haftalar neler getirir bilinmez ancak bu iştahıyla Beşiktaş’ın favori olduğunu söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

11 Mart 2009 Çarşamba

Konsantrasyon...

De Sanctis kendisini antrenmana fazla kaptırmış...

10 Mart 2009 Salı

Hafta sonu Süper notlar

Bu hafta sonu yine ekran başındaydım… Süper Lig’deki tüm canlı maçları, Avrupa Ligleri’ndeyse denk gelen yayınları seyrettim.

Kamp Cuma başladı futbolsever için. Galatasaray yeni hocasıyla 3’üncü maçına çıkıyordu. Ve her maçta sihir bozulacak mı sorusu sorulmaya başlanmıştı. Bursa gibi mücadeleci bir ekiple oynayacak olmaları olası puan kaybı ihtimallerini artırıyordu Sarı-Kırmızılıların.

Sakatlıklarla boğuşan Galatasaray’da Sabri’nin de cezalı oluşu sonrası Serkan Kurtuluş, uzun bir aranın ardından 11’de kendine yer buluyordu. Tıpkı Aydın Yılmaz gibi… İkisi için de önemli denebilecek bir fırsattı ve bence Serkan oldukça iyi değerlendirdi. En azından Okan Koç’un İnönü maçlarındaki tavrından uzaktı.* Rakibin sol taraftan geldiği ataklar hem azdı hem de tehlikeli olmadı.

İşin ilginç yanı Galatasaray kaleye gitmeden iki gol buldu. Bursa’nın golü tüm Sarı-Kırmızılılar için kalan dakikaları korku filmine çevirdi. Emre Aşık her ne kadar iyi mücadele etse de iki kritik hata yaptı. Birini Uzakdoğulu oyuncu değerlendiremedi diğerini de İlker Meral…

Sonuç olarak Galatasaray iki haftada aldığı iki galibiyetle zirve iddiasını sürdürdü, Hamburg maçı öncesi moral depoladı.

Cumartesi günü gündüz Avni Aker’e konuk olduk. Giray Bulak’ı nerede görsem aklım karışır. Taraftara ‘yoksa’ dedirten biridir. Savunmayla kitler rakibi.

Derken maç başladı. Dakika bir. İlk pozisyon gol diye izlerken ofsayt dolayısıyla iptal. O top gol olsa maçın sonucu faklı olurdu diyoruz ve bu ifade dakikalar ilerledikçe haklı olduğumuzu gösteriyor. Trabzonspor’da forvetlerin uyumsuzluğu ve verimsizliğinden geçen hafta bahsetmiştik. Bu hafta da taraftara saç-baş yoldurdular.

Konya cephesindeyse ara hatlar yoktu. Maç boyunca en çok Oğuzhan Bahadır – Veysel isimlerini duyduk. Veysel demişken; Kesin hakem ile aralarında başka bir maçtan kalma husumet vardı. Hakem ısrarla Veysel’e faul çalmadı. Hele bir biçilişi var ki Song tarafından… Yan hakemin görmemesi için değil kör, göz bebeği olmaması lazım. Kronik hakem eklememizi yaptıktan sonra maça geri dönüyoruz.

Konya golü kornerden buldu bulmasına ama bir yandan da etkili kontralarla çıkıyordu. Ve bu durum Trabzon’da sirenlerin çalmasına neden oluyordu. Daha önce sitede Trabzon’un kondisyon sorununa dikkat çekmiştim. Aynı şekilde bu maçta da dakika 70’ten sonra Trabzon’un gücü aşağıya indikçe indi.

Trabzon rahat rahat kazanacağı bir maçı forvetlerinin beceriksizliği yüzünden mağlup kapattı. Bu arada Alanzinho’nun da uyum sorunu kabak gibi ortada. Bırakın takım arkadaşlarıyla uyumu, sistem konusunda da sorunlar var. başıboş halı saha oyuncusu gibi dolanıyor.

Cumartesi akşamı Beşiktaş’ın rahat galibiyetiyle sonlanacağını ön gördüğümüz Hacettepe maçını izledik. Oldukça isabetli bir öngörü olduğunu skor 2-0’a geldiğinde bir kez daha tasdiklemiştik ki sonrasında Hacettepe’nin hesaplarda olmayan golü geldi.

Hacettepe’nin bu denli istekli ve arzulu olacağı aklımıza gelmemişti. Bunu Ergün mü başardı bilmiyorum ama son dakikada kaçan top gol olsa bugün kaçan balığın büyüklüğünden bahsediyorduk.

Pazar günü eğlencesi Sivas maçıydı. Bülent Uygun’un kenarda yaptığı hareketleri seyretmek, Hikmet Karaman’ın salon beyefendisi versiyonu gibi bir tat bırakıyor. Hele hakeme diklenmeleri Fatih Terim’in klasik karelerinin körü birer kopyası olarak hatırlanıyor. Neyse maça başladık. Ve gol oldu. Rüzgarın golde büyük payı vardı desek Mohammed Ali’ye haksızlık yapmış olmayız umarım.

Kalan dakikaları uzun uzun yazmanın manası yok aslında. Çünkü Sivas kalan dakikaları seyrederek oynadı. Takıma bir liderlik sıkıntısının çöktüğü çok açık. Herkes gergin. Hem gergin hem verimsiz. ‘Büyük takım’, ‘büyük oyuncu’ kelimelerindeki sıfatlar böyle zamanlarda kazanılan başarılar sonrası yükleniyor insanlara, takımlara… Sivasspor’un bu mantaliteyle bunu aşamayacağını söylemek itici olabilir ama ben hocadan yola çıkarak haklı çıkacağımı savunuyorum.

Ankaraspor maç içersinde tipik bir Aykut Kocaman takımıydı. Sakin, kendinden emin, ayağa oynayan ve oyundan kopmayan bir Aykut Kocaman takımı… Skor üstünlüğünü maçın başında elde eden Sivasspor’a karşı topa her an hükmeden taraf Mavi-Beyazlılar’dı ancak bir türlü üretken olamıyorlardı. Ta ki Aykut Kocaman’ın yaptığı değişikliklere kadar… Kağıt üzerinde takımın en önemli silahı Mehmet Çakır’ı ve Murat Tosun’u çıkartarak oyuna iki genç oyuncuyu süren Kocaman, Umut’un golüyle yaptığı değişikliklerin semeresini aldı.

Sonraki geçen her saniyede Ankaraspor biraz daha geriye yaslandı. Gole kadar sahanınhakimi olan Mavi-Beyazlılar bir anda dokuz kişiyle savunmaya çekildi. Ve kalan dakikalarda bir tane dahi organize Sivasspor atağı izlenemedi.

Maça damgasını vuran şüphe yok ki Bülent Uygun… Gerçekte nasıl bir karaktere sahip olduğunu gösterdi. Hiçbir zaman bir Arsene Wenger kalitesinde olamayacağını, kariyeri boyunca çok kötü ve seviyesiz bir Mourinho taklidi olacağını fark ettik. Hatta işin içine Hikmet Karaman – Fatih Terim ikilisini de katabiliriz.

Haftanın son maçı Kayseri’nin restore edilen sahası Kadir Has’taydı. Önceki yazılarda Fenerbahçe’nin lige yeniden tutunması için önündeki kupa ve lig maçını güzel futbolla geçmesi gerektiğini yazmıştım. Halen aynı düşünceyi taşıyorum. Fenerbahçe’nin şampiyonluk şansı şu anda yakaladığı ivmeyle doğru orantılı. Yani ilk tökezleme şampiyonluk için kurulan hayallerin dağılmasına neden olur.

Öbür taraftaysa Kayseri’nin kazanma baskısı altında ezildiğine şahit olduk. Maç boyunca taraftar desteği yeni stat sırtlarında taşıdıkları bir yük oldu çıktı. Fenerbahçe ise büyük takım, iddialı maç ekseninde kendinden motiveliydi. Volkan’ın kırmızı kartıysa imzasıydı.

Geçtiğimiz hafta yazısını Mustradamus’un kehanetleriyle bitirmiştik. Bu haftayı da Aragones’in özdeyiş kıvamında söylemiyle sonlandırmayı tercih ediyorum: “Şampiyonluklar son dört haftada toplanan puanlarla kazanılır…”

Yanlış bir ifade olduğu söylenemez. Yakın giden puan aralıklarında gerçekten de son viraj her şeyden önemli…
Y.N. Tribün müdavimleri hatırlayacaktır, Okan Koç İnönü’deki maçlarda her fırsatta rakibin arkasına saklanıyor, top almamak için büyük özen gösteriyordu. Top ayağına geldiğinde de ayaklarının titremesinden top oynayamıyordu.

4 Mart 2009 Çarşamba

Sahadan kenara hızlı akanlar

UEFA kuraları sonrası Bordeaux’yu kısaca tanıtırken sahadan kulübeye transfer olan hocaların güvenilirliğine dikkat çekmiş, bu konuda bir yazı hazırlama vaadinde bulunmuştum. Arada iş-güç derken biraz sekteye uğradı. Ama sözümü unutmadım. Karşınızda daha düne kadar sahada seyrettiğimiz, kısa süre sonra takım elbisesiyle kenara geçen güvenden yoksun beş isim… Taraftar gözünden*…

5- Laurent Blanc: Tamam futbol yaşantısı boyunca taş gibi savunmacıydı. Futbol bilgisine laf söylemek haddime değil. Ama kenarda eskisi kadar güven vermiyor. Trapattoni’yi düşünseniz bir kenarda. Feldkamp’ı… Belki oyuncu hocasına çok büyük bir sevgi-güven duygusu besliyordur ama bir seyirci olarak kenarda pek de taşı yerinden oynatacak bir profili yok.

4- Marco Van Basten: Olmuyor bence… Ne Hollanda’da ne de Ajax’da bir Magath havası yaratamıyor kendisi… Kenarda gözüktüğü dakikalarda maçtan çok “Akşam hanım ne pişirdi acaba” şeklinde şeyler düşündüğüne inanıyorum. Sıralamada daha yukarıları da zorlardı ama hem Ajax’ı hem de Hollanda’yı yönetiyor olmak onu zirveden uzaklaştırdı.

3- Paul Ince: İki İngiliz arka arkaya karşımızda. Paul Ince Türkiye’de eski futbolcular nasıl ki Futbol Şube Sorumlusu olarak ağabey rolü üstleniyor, kariyerlerini bu doğrultuda planlıyorsa Ince'i de İngiltere’de ‘bizim evladımız’ jenerasyonun en iyi temsilcilerinden biri olarak görüyorum. Ince’in yanına Dennis Wise’sı da koyarım da şimdi Leeds’i iyi götürüyor, dokunmanın zamanı değil. Bu arada laf lafı açıyor işte bir ara Wise profili de yazmak lazım.

2- Gareth Southgate: “Olmadı, Gareth…” Sezon sonu veya daha da erken… Ama bir şekilde Southgate bu karara saygı gösterecek. Ve 2009-2010 sezonunda çalıştırmak üzere diğer takımlarla görüşecek. “Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” diye boşuna dememişler. Filmin sonu hem Middlesbrough hem de Gareth için böyle olacak. Eldeki kadroyu kullanamamasından tutun oyun içinde sakil değişikliklerine kadar benim ilk beşimde yer alır ve zirveyi zorlar, 2’inci sıraya yerleşir Southgate…

1- Oğuz Çetin: Tartışmasız liderimdir… Her ne kadar Gareth ile aynı seviyede olsa da Gareth’in halen takım çalıştırdığını hem de Premier Lig’de görev aldığını düşünürsek zirveyi Oğuz hak ediyor. ‘Efendi adam’ etiketine layık görülen fakat hocayı gammazlıyor iddiasıyla Ali Şen döneminde takımdan ayağı kesilen Oğuz, Fenerbahçe’de bir türlü dikiş tutturamadı. Kenarda Oğuz’u hatırlıyor musunuz? Adamın duyguları alınmış… Ne bir heyecan, ne bir kızgınlık ne de mutluluk. Kamera ne zaman Fenerbahçe kulübesine dönse Oğuz’un surat ifadesi hep aynı… İnanıyorum ki bugün Terim’in sandalyesini silmekten ne kadar heyecan duyuyorsa o gün de Fenerbahçe’yi çalıştırmaktan aynı heyecanı duyuyordu. Futbolcusunu hırslandıramayan bir adam oyuncusuna güven veremez, hiçbir türlü başarılı olamaz düşüncesindeyim. Hem bu açıdan hem de başarısızlıklarıyla Oğuz bir numaradır, bir... Başka söze gerek yok…

Y.N. Ne Fransa’da yaşıyoruz ne de İngiltere’de maç seyrediyoruz. Nihayetinde biz de ekran başından ahkâm keserek, bir bakıma şezlong yorumculuğu yapıyoruz. Taraftarın gözünden derken bunu kastediyordum. Yani bizim hocaları sıralama ölçütümüz biraz mevcut başarı durumları biraz da yayıncı kuruluşun yedek kulübesini kadraja aldığı dakikalar…

3 Mart 2009 Salı

2 Mart 2009 Pazartesi

Süperdi...

Maç kazandıran performans. Süperdi köşesinin mantığı bu değil mi zaten... 80'den sonra bir gol, bir asist bu başlıkta yer almak için yeter. Performans bir yana Beşiktaş taraftarı çok seviyor Tello'yu. Hırslı, fuleli girişleri göze hoş geliyor. Hoş saman alevi gibi ama yine de iyi bir açık. İnönü'de de iyi oynuyor hani...

Beşiktaş - İstanbul Büyükşehir Belediyesi: 2-1

Anlaşılacağı üzere hafta sonu televizyon önüne kampı kurduk. Artık yeni bir dönem açıyoruz dedik. Farklı olacağız dedik. En önemlisi de bizi okuyanlara saygı göstereceğiz dedik. Açtıklarında yeni haber okuyacaklar dedik. Neyse sıra Beşiktaş’ta.

Siyah-Beyazlılar çok büyük bir futbol oynamadı ama Büyükşehir’den üç puanı aldı. 80’inci dakikaya kadar dengede giden maçı gol atıp yedikten sonra tekrar galibiyet golünü atması da Denizli’nin eseridir düşüncesindeyim. Tabi bir de taraftarın. O taraftara Rıdvan Dilmen deyimiyle “15 dakika ben de oynarım.”

Mustafa Denizli ligde nasıl adımlar atılacağını çok iyi biliyor. Kimine çift kimine tek forvet çıkıyor. Fenerbahçe’de olduğu dönemdeki gibi körü körüne hücum ettirmiyor takımı. Bazen futbolcu da dingin giden maçta ateş almıyor ama Denizli onu da düşünüyor. Ve tek puanın çok da kötü olmadığı maçlarda kendini kor aleve ‘yanar mıyım, yakar mıyım’ diye atmıyor. Ben Beşiktaş’ın kondisyon olarak da diğer takımlara nazaran iyi olduğu kanısındayım. Taşları yerine oturttukça fotoğraf daha da netleşiyor netleşmesine de biz her ihtimale karşı Mustradamus’un buyurduğu üzere bir 26’ncı haftayı görelim öyle konuşalım…

Süperdi...

Bugünlerde Galatasaray'da yaşanan 'satılması iyi oldu, satılmamalıydı' tartışmaları Song'un performası sayesindedir. Böyle oynasın 40'a kadar oynar. Öyle duruyor. Her topa ayak sokuyor, tekmeye kafayı koyuyor. Yerinde durmuyor. Yerini kaybetmiyor aynı zamanda. Gerektiğinde topla çıkıyor, gerektiğinde topsuz... Savunmada Egemen'in bu kadar başarılı olmasının tek açıklamasıdır Song. Savunmacı olsaydım onunla oynamak isterdim. Gerçekten de takıma güven aşılıyor. Sonra kaptan özelliğiyle de kralına postayı koyuyor nazikçe. Trabzonspor'a çok şey kattığı gerçek. Dün Antalya hücumcuları etkisizdiyse artıyı Song'un hanesine işaretlemek lazım.

Antalyaspor - Trabzonspor: 0-1

Beşiktaş’ın şampiyonluğunun ertesi yılında Pancu-İlhan arasında nasıl ‘pas verme’ sorunu varsa aynısı da Gökhan ile Umut arasında var. En azından ben öyle seziyorum. İkisi de Batuhan gibi “Ben atarım ben kral olurum” düşüncesinde. Hal böyle olunca Trabzon üretken olamıyor. Gerçi kaçan golleri bu durum açıklayamaz ama ikisinin de aklı başka yerde. İkisi de boş kaleye nasıl kaçırılır diye örnekli gösteri sundu dün.

Biz nasıl seyrettiysek Antalyaspor’da öyle izledi. Nerede Galatasaray maçı nerede son iki maç. Ahmet’in takımdan kesilmesi rakip takımın elini kolunu sallayarak orta alanı geçmesine neden oluyor. Tıpkı Trabzon maçında olduğu gibi her atak potansiyel gol gibi oluyor. Gerçi Trabzonspor’un hakkını da yememek lazım. Penaltı gol bile olsa o güneşe kar dayanmazdı. Bu arada Slyva da takıma iyiden iyi oturmuş. Yakışıyor. Savunmaya güven verdiği gerçek. Yetmediği gibi topu da oyuna hızlı ve isabetli paslarla hızlı sokuyor. Yattara konusunda da bir Ertem Şener cümlesi kurmak istiyorum: “Böyle adamlar bütün maç duruyor, bir hareket yapıyor maç kazandırıyor.” Yattara da böyleydi dün. Son olarak yayıncı kuruluşa da bir sözüm var: Avrupa maçlarının tamamında güneşli bölgelerde brightness ayarı yapılıyor. Bizdeyse hak getire. Hadi ayarı geçtim, saçma sapan pozisyonların on kez tekrarını vereceğim derken, pozisyonları kaçıyorlar.

Süperdi...

Galatasaray'ın tek golün üstüne yattığını söylemek çok da yanlış olmaz. Sarı-Kırmızılılar için De Sanctis'in son dönemdeki formuna yakın bir çizgide gittiği bir akşam olsaydı herşey kabus olabilirdi. Geldiği günden bu yana karşı karşıya pozisyonlarda harika açı kapatan De Sanctis,son pozisyonda da iki Konyalı'nın kafasından bir tane topu yumrukladı ki bence jeneriklik...

Konyaspor - Galatasaray: 0-1

Her blogda, her haber sayfasında zemin ile ilgili cümlelerle karşılaşmışsınızdır. Yazılmayacak gibi de değil. Galatasaray’ın perşembeden sonra erken oyundan düşmesi beklenebilirdi ama kornerlere iki adam göndereceği tahmin edilemezdi. Son bölümde savunma çıkmadığı gibi orta sahadaki oyuncular da ileri çıkışlarda oldukça ürkekti. Bunların yanında sezon başı uzak ara en iyi yedek kulübesi olarak gösterilen takımda sakatlıkların yarattığı erozyonu düşünürsek; oynamadan kazanılan önemli bir üç puandı.

Soğuk havada deplasmanlarda ilk çeyrekte bulunan gol her zaman işe yarıyor. Savunmasını bilirsen üç puanı cebe koyup dönüyorsun eve. Haftaya Bursa’yı konuk edecek olan Galatasaray’da en önemli sorun sakatlıklardan dolayı kurulamayacak olan savunma hattı. İki alternatif var elde: İlki genç stoper Semih’e şans vermek, diğeri de Hakan’ı stopere çekerek Volkan veya Alpaslan’ı kullanmak… Muhtemelen ilk seçenek olacaktır. Bunun dışında Baros’taki düşüş iyiden iyiye göze batıyor. Keza Lincoln bıraktığı noktanın çok uzağında. Arda ise nispet yaparcasına son iki maçı da kazandıran isim oldu. Ve tabii ki Sabri… O da topun ağzından vazgeçilmez pozisyona yükseldi. Sarı-Kırmızılılar bu hafta Bursa ile oynayacak belki ama akıllar Trabzon ve Hamburg maçında olacak. Bu açıdan zor bir hafta bekliyor takımı…

Süperdi...

Tek oyuncuya dayalı bir sistemin kalmadığını artık herkes söylüyor ancak bu adam da oynadığı zaman tek başına maç kazandırıyor. Eminim ki Sivasspor maçında üçüncü golü seyreden her Fenerbahçeli, imzaladığı yeni sözleşmeye tebessümle hatırlamıştır. Gerçekten de ters ayakla o koşudan sonra Uğur'un kafasına indirdiği top, ders diye okutulur, o kadar söyleyeyim...

Fenerbahçe - Sivasspor: 4-2

"Takım böyle oynasın, şampiyon olmasın” sözü geyikten ibaret olsa da son dönemde Fenerbahçe taraftarının sıklıkla kullandığı bir cümle haline geldi... Sezon içerisinde onca kötü performansa rağmen Sivasspor karşısında depara kalkan takımlarını görünce şampiyonluk için de haliyle iştah kabarmış durumda.

Aslında yukarıdaki cümleyi kurmaları da şaşırtıcı değil. Zira cumartesi günü oynadıkları kadroyla Gençlerbirliği maçındaki kadronun ne farkı vardı? Sadece Carlos yoktu cumartesi günü. Ancak önceki maçta sadece yürüdüler. Şu bir gerçek, Fenerbahçe futbolcusu büyük maçlara kendiliğinden motive oluyor, kendiliğinden oynuyor. Aragones’in dizilişten başka bir katkısı olmuyor büyük maçlarda. Gel gelelim küçük maçlarda takımın yarısından fazlası jogging modunda takılıyor.

Hafta sonu ligin en az gol yiyen takımına karşı dört gol birden atan Sarı-Lacivertliler’in şampiyonluk umutlarını bugünkü kadar canlı tutabilmesi için önce kupa maçında sonra Kayseri deplasmanında iyi futbol oynaması gerekiyor. Çünkü hafta içinde Sivas’a yenilmek, Kayseri maçını da etkileyecektir. Fakat ligin en iyi savunma takımlarına karşı üst üste üç maçta galip gelebilirlerse Fenerbahçe’nin önü açılır düşüncesindeyim.