27 Nisan 2009 Pazartesi

Sıra UEFA Kupası'na geldi...

Galatasaray dün akşam yenilerek düelloda tüm silahlarını masaya koydu. Elde sadece UEFA Kupası’na katılmak için sıralamada yer kapmak kaldı. Onu da kaybetmek artık özel yetenek işidir. Ve ben son beş haftadır sahada dolaşan Galatasaray’da o ışığı görüyorum maalesef…

Ankaraspor geçtiğimiz haftaya kadar ligde 10 maçtır galip gelemiyordu. Önce Fenerbahçe’yi yendiler, sonra kupada Beşiktaş’ı dün akşam da Galatasaray’a son dakikada çelme taktı. Kolay değil üst üste üç büyükle ikisi deplasman olmak üzere maç yaparak kondisyonu dakika 90’a kadar korumak.

Aslında maç dakika 30’dan sonra bir kaza çıkacağını bağırıyordu. Galatasaray biri orta sahadan devşirme, biri henüz tecrübe kazanamamış, (ki Semih her hafta üstüne koyarak devam ediyor, topları gayet iyi kesiyor fakat uzaklaştırma ve oyuna sokma da biraz eksikleri var) sağ bekinin savunmadan bihaber olduğu tek sağlam halkanınsa sol bek Hakan’ın olduğu bir dörtlüyle çıktı. Burada ne Mehmet’in ne de Semih’in performansını tartışacağım. Teknik direktör Korkmaz’a sadece bir sorum olacak: “Her şeye evet ama Mehmet’i savunmada kullanmak mı, yoksa orta sahada mı?” Sizce hangisi? Ben eğer ki elimde Türkiye’nin en iyi defansif orta saha oyuncusu varsa onu gerektiği yere koyarım. Zira Galatasaray orta sahası Mehmet de çıkınca oldukça yumuşak bir hal alıyor. Ne Ayhan’ın ne de Barış’ın Mehmet kadar top kazanma ve rakibi bozma özelliği yok. Bu arada Ayhan demişken; hafta içinde çıkan haberlerin doğruluk payının oldukça fazla olduğunu maçta gördük. Antrenman da teknik direktör ile tartıştığı söylenen Ayhan maç boyunca negatif elektrik saçtı. Eskisi kadar istekli değildi ve en önemlisi sorumluluk almadan oynadı. Tıpkı beş yıl önceki Ayhan gibiydi. Sağdan aldığını sola, soldan aldığını sağa verdi.

Galatasaray’ın orta saha-savunma sorunsalı bir kenara bırakıp topu forvete paslayalım… Şimdi eğer sizin elinizde birbirinden kaliteli dört hücum oyuncusu varsa (Arda’yı saymıyorum, Kewell, Lincoln, Baros, Nonda dörtlüsünden bahsediyorum) ve siz o dört oyuncuya da 11’de yer veriyorsanız, takım oyununu da hücum odaklı oynamak zorundasınız. Zira aynen Mehmet Topal eleştirisinde olduğu gibi Lincoln’ün Ankaraspor orta sahasının arkasından koşmasını, Kewell’ın rakip beki kovalamasını, Nonda’nın hücumda oyun kurmasını hedefleyerek bu dörtlüyü çıkartıyorsanız itirazım yok. Ancak yazdıklarımı tekrar okuyun lütfen. Sizce bu dörtlü böyle bir oyunla mı daha verimli olur, yoksa bildikleri işi yaparak mı? Yani hücum yaparak mı? Onları Lincoln’ün önderliğinde hücumda konumlandıracaksınız ki (tıpkı Skibbe gibi) onlardan maksimum faydayı sağlayın ve galibiyete giden yolu kısaltın…

Bülent geride kalan beş maçta hem oyun mantalitesini hem de oyuncularla olan ilişkileri konusunda elinden gelenin ne olduğunu gösterdi. Galatasaray ile anlaştığında Skibbe’nin oynattığı oyunla taban tabana zıt bir oyun oynayacağımızı beklediğimi söylemiştim. Keza Lincoln ile sorun yaşayacağını ve Lucescu’nun kötü bir imitasyonu olduğunu…

Yine göreve gelmesinin Galatasaray Yönetimi’nin son yıllarda yaptığı en büyük taktiklerinden bir tanesi olduğunu da yazmıştım. Tıpkı Lucescu’dan sonra Terim, Terim’den sonra Hagi, Gerets’den sonra Kalli, Kalli’den sonra Cevat Hoca hamleleri gibi. Bülent de taraftarın sempati duyduğu ve hayır demeyeceği bir isimdi ve böyle bir virajda ancak kulübü tanıyan bir isim bulunmalıydı. Aslında bu Bülent için çok çok iyi bir şanstı. Elinde Türkiye Ligi’nin en iyi kadrosu, UEFA Kupası ve Şampiyonluk hedefi vardı. Ancak kendisi hepsini sadece iki haftada çöpe gönderdi.

Şu bir gerçek ki Galatasaray taraftarı galip gelse de acı çekiyor. Düşünün puan kaybında nasıl bir hayal kırıklığı yaşadıklarını. Geçtiğimiz hafta Nonda çıkıp iki kişiyi geçmese topu Baros’a yuvarlamasa emin olun ki o maç da öyle bitmezdi. Zira Galatasaray’ın tıpkı son beş haftada olduğu gibi Büyükşehir maçında da organize bir atağı yoktu.

Şimdi hem hoca hem yönetim cezalıların arkasına saklanabilir. En korktuğum da bu. Zira giderken “Sakatlıkların yerine yeni oyuncu transfer edecek paramız yoktu” diyen Skibbe’nin arkasından bir araba laf söyleyen yönetim kendi kazdığı kuyuya kendi düşecek.

Gelelim Bülent’in esas kredi kaybettiği konuya… Bir insanı motive etmek için iki yol vardır. Kendinizden pay biçin! Bir adamı ya parayla ya da övgüyle motive edersiniz. Lincoln de böyle bir adam işte. O adam da övgüyle, poh pohlamayla motive oluyor. Arkadaş adam istedi mi oynuyor da… Skibbe’den önceki istatistikleriyle (ki Alman Hoca takımın başındayken Lincoln yaklaşık 10 maç kaçırdı) sonrası istatistiklere bir bakın. Haydi kalemi kağıdı kenara bırakalım, sahadaki varlığına bir bakın. Ben bakınca siyah ile beyaz kadar fark görüyorum…

Lincoln krizi yetmezmiş gibi bir hafta içinde Galatasaray’ın nur topu gibi iki krizi daha çıktı. Önce Ayhan dün de Baros… Baros’un oyundan çıktığı dakikalar tam da oynamak istediği dakikalardı aslında. Hem onun hem de Galatasaray taraftarının… Zira Ankara beraberlik aramaya başlamıştı ve savunmada açıklar veriyordu. Haydi golü bir kenara bırakın Baros’un sahadaki varlığı bilr savunmacıları tedirgin ediyor. Çünkü Baros, Nonda gibi geriden topla driplinge kalkan bir forvet değil. Keza savunmayı presiyle bozan, sürekli araya kaçan bir oyuncu. Ve takımda gole en yakın oyuncu. O dakikada oyundan çıkması gereken Kewell’dı aslında. Fizik olarak Kewell’ın rakip beki kovalamaktan hücumda atacağı barutu kalmamıştı ve artık aksıyordu. Eğer efektif düşünecek olursak çıkması gereken oyuncu oydu. Ancak illa forvet çıkaracaksanız da oyundan Nonda çıkardı. Ancak Korkmaz Baros’u çıkarmayı tercih etti. Baros da sahayı direkt olarak soyunma odasına giderek terk etti. Burada dikkat ettiğim diğer nokta da Baros’un direkt olarak sahadan soyunma odasına gitmek yerine önce kenara gelip arkadaşına şans diledikten sonra soyunma odasına gitmesi. Bu hareket direkt olarak hocasına koyduğu bir tavırdı benim düşüncemde… Korkmaz oyunu önceki maçlarda olduğu gibi oyunu okuyamamasının cezası bu kez iki puan bir yıldız kaybıyla sonuçlandı.

Son dakikada gelen gol Galatasaray camiası için tarihte yenilen hayırlı gollerden birkaç tanesinden… Artık görüldü ki Bülent’in ve futbol şubesinin bu takıma katacağı bir artı değer kalmadı (Bunların içine hiç düşünmeden yönetimi de eklerim ancak Galatasaray’da yönetim değişimi hoca değişimi gibi olmuyor, bir kaidesi var dolayısıyla yönetimin koltuğunu bırakması yerine doğru adımlar atmasını beklemek daha gerçekçi bir yaklaşım). Köklü değişim yapılmadığı Galatasaray taraftarı önümüzdeki yıl da son 10 haftada şampiyonluk için tutacak takım arayacaktır. Daha da önemlisi takım adımlarını geriye doğru atacaktır. Bunları çok bildiğim için söylemiyorum, daha önce örnekleri mevcut: Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor…

Artık Galatasaray’ın elinde tek hedef kaldı: UEFA Kupası’na katılmak. Bu hedefin kaybedilmesi için özel bir yetenek gerekiyor. Ben takımın bu potansiyeli taşıdığına inanıyorum. Ve diyorum ki daha önce sahasında beş gol yedi diye hocasını gönderen yönetim takımı Bülent Hoca’nın gelişinden sonra bir kez daha seyretsin. Benim gördüğüm ışığı eminim onlar da görecektir, milyonlarca Galatasaraylı gibi…

24 Nisan 2009 Cuma

En iyisi haftaya konuşalım…

Her hafta daha bir karışıyor hesap… Derbi ile ilgili yazdığım yazımda beraberliğin iki takımı da şampiyonluk dışına iteceğinden bahsetmiştim… Ancak yukarısı için Galatasaray da potaya girmeyi başardı Büyükşehir galibiyetiyle. Şimdi gözlerimiz bu hafta oynanacak Sivasspor-Trabzonspor maçında. En iyisi kehanette bulunmadan önümüzdeki haftayı beklemek.

“Kaybeden havlu atacaktı yarışa. Beraberlikte ise zirvedeki üçlünün kazanması sonrası iki takım da bu sezon için şampiyonluğu rafa kaldıracaktı”. Derbi sonrası yazılan bu satırlar bana ait. İşte her zaman tahminler tutmuyor. Galatasaray’ın deplasmanda kazanırken zirvedeki ikilinin puan kaybı yaşayacağı fazla iyimser görünüyordu o gün. Ancak o gün bu senaryo ne kadar uzak görünüyorsa taraftarı ve oyuncularıyla Galatasaray’ın da yarışı bırakmayacağı o kadar gerçekçi duruyor bugün…

Herkesten duymuşsunuzdur şüphesiz ancak ben de dile getirmek istiyorum: “Bu ligde daha çok şey değişir…” Sivasspor’un 57 puanla lider girdiği 28’inci haftada Beşiktaş da Trabzonspor da lider de puan kaybedebilir. Yukarıdaki dörtlüde puan kaybetmesi sürpriz gözüken tek takım Galatasaray. Kendi sahasında ligde iddiası kalmayan ve bir hafta içinde ligin iki üst düzey takımıyla oynayan Ankaraspor ile oynayacak. Ankara’nın kötü takım olduğunu ima etmiyorum, sadece bu kadar zorlu hem fiziksel hem de zihinsel olarak yoruldukları bir dönemeçte tutunacakları bir hedefleri yokken tekrar şampiyonluk şarkıları bestelenen Galatasaray’a diş geçirmesinin zor olacağını söylüyorum.

Eskişehirspor düşme hattını üç puan, beş takım önünde… Çok da rahat değiller esasında. Ancak bu maçı onlar için önemli kılan bir diğer unsur, Rıza Hoca’nın kendisini fütursuzca takımdan uzaklaştıran Demirören’e bir çelme takma isteğinin varlığı. Kaldı ki İstanbul’da gördüğümüz ve 10 kişiyle Galatasaray’a pozisyon vermeden kazanan takımın kendi sahasında can dediyle Beşiktaş’a dur diyebilme ihtimali; hafta içinde Ankaraspor ile fiziki açıdan oldukça zorlu bir maç yapan Siyah-Beyazlılar’ın maçı kazanma ihtimali kadar...

Sivasspor-Trabzonspor maçı ise deyim yerindeyse ceza maçı her iki takım içinde… Oysa her ikisi de saçma puan kayıpları yapmasaydı, bugün zirvede yalnız kalabilirdi. Bu açıdan yenilen takım sadece puan dezavantajı yaşamayacak; ayrıca zirve yolundaki momentumu da rakiplerine geçecek. Ve bu durum her iki takımda da strese yol açacak… Kazanma-kaybetmeme baskısı maçın muhtemelen kısır geçeceğini gösteriyor. Kazanan takım kim olur bilinmez ancak 10 haftadır bir kondisyon sorunu çeken Trabzonspor’un futbolu fiziksel dayanıklılığa dayalı Sivasspor’u yenmesi en azından kağıt üzerinde zor gözüküyor. Beraberlik mi? Herhalde her iki takımın da istemediği tek sonuç bu…

Arada kupa maçlarından bahsettik ancak kupanın unutulmasını mazur görmeli. Zira çoğu futbolsever ilk maçların skorlarını hatırlamak için eminim fikstüre başvurmutur. Zira Milli maçlar, Avrupa mesaileri iki kupa maçının arasının 50 gün kadar açılmasına sebep olmuştu. Kupada final ilk maçların skorları doğrultusunda sürpriz yaşanmadı. Fenerbahçe deyim yerindeyse (sıralamadaki durumu ve takımın oynadığı futbolu göz önüne alarak konuşuyorum) Avrupa’ya giden kısa yolu yakaladığı için altın buldu. Üstüne uzun yıllardır hayalini kurduğu kupayı kazanma şansı da hediyesi oldu. Ligde tüm hedeflerini rafa kaldıran, zihinsel olarak çok yıpranmayan bir Fenerbahçe’nin finale çıkması, şampiyonluk yarışında oldukça zarar gören bir Beşiktaş’ı finalde yenerek ve sezonu en azından şampiyonluk kadar önem verdikleri kupayla kapatma fırsatı sunuyor.

Yukarıda da dediğim üzere hesaplar her hafta daha da karışıyor. Ve dersimizi de aldık artık kehanete yer yok. Zira bu hafta Trabzon-Beşiktaş ikilisi kazanarak zirvenin şekli de değişebilir, hepsi puan kaybederken Galatasaray kazanırsa iş cadı kazanını da dönebilir. Bu nedenle en iyisi önümüzdeki haftayı beklemek…

14 Nisan 2009 Salı

Suçlu kim?

Biz şampiyonluk yarışını düşünerek derbide futbolu ve skoru tartışmayı umuyorduk. Olmadı alışıldık bir hakem komedyasını. Evet, herkes maçın gergin geçmesini bekliyordu. Ancak son dakikalarda ortalık fena karıştı. Ancak bugün, saha içi nasıl karıştıysa aynı oranda saha dışı da karıştı. Çoğunluk bu yaşananların bir rezalet olduğunu söylüyor. Kimiyse bu yaşananların bir sürpriz olmadığını vurguluyor… Ben olayı bir adım öteye taşıyorum. Sizce bu yaşananların sorumlusu Lugano mu? Yoksa Arda mı? Acaba Semih mi? Yönetimler de bu gerginliği tetiklemiş olabilir mi? Bir dakika. Sakın bunun sorumlusu sokakta gezen farklı renklere gönül veren taraftarlar olmasın. Futbolcuların sırtına milyonların sevgisini ve öfkesinin yükleyen, gerektiğinde kendisi de hiç düşünmeden şiddete başvuran taraftarların, fanatiklerin, holiganların daha da ötesi bizlerin yaşananlarda hiç suçu yok mu? Stadyumda küfür eden, sahaya istediğini atan, sahaya giren taraftarların, kaybedilen maçtan sonra tesisleri basan fanatiklerin bu noktaya gelmemizde payı nedir sizce?

Pazar akşamı yaşananlar Türk futbolunda ne ilk kez ne de son kez sahnelendi. Bunun gibi yüzlerce maç seyredeceğiz emin olun. Sadece sahalar, renkler, oyuncular değişecek. Aslında Avrupa futbol seviyesi geyiği de yapmaya gerek yok, onların maçlarında da bu gibi görüntüler seyredeceğiz.

“Din kitlelerin afyonudur” demiş Karl Marx. Günümüzde aynı söz öbeği sadece bir kelime değişikliğiyle farklı bir alanın hükümdarlığını vurguluyor: “Futbol kitlelerin afyonudur…” Zira bir ilköğretim öğrencisi de serveti paha biçilemeyen mevki sahibi insanlar da halkı yönetmekle yükümlü vekiller de halkın güvenliğini sağlayan askerler de milyarları sürükleyen futbol arenasında değişik renklere gönül veriyor.

Bu taraftar kitlesinden kimi her iç saha maçında tribündeki yerini alıyor çekirdeği ve dost sohbetiyle maçı takip ediyor, kimi deplasman maçlarını da kaçırmıyor, kimi maçı evden seyretmekle yetiniyor kimiyse purosuyla locada…

Ancak futbol, sadece farklı kesimlerin ortak paydası değil. Bir maçta kimi zaman takımların siyasal görüşleri kavgaya neden oluyor, kimi zamansa sert yapılan bir faul. Çünkü futbolun içinde gerilim, adrenalin ve karşı koyma var.

Pazar günü olanları sadece Lugano’ya ya da Arda’ya yüklemek onları günah keçisi yapmaktan başka bir şey değil. Daha geçen sezon kupa rövanşında buna benzer görüntüler yaşanmadı mı? Sadece aktörleri değişmişti.

Ben sahalarda yaşanan gerginliklerin sadece futbolun içindeki kişilerle ilintili olmadığı düşüncesindeyim. Onlar aslında bir aktör. Milyarlarca kişinin isteklerini sahaya yansıtmak isteyen bir aktör. Ancak bu aktörlerden kimisi iyi kimiyse başarısız… Mesela Alex’i bir kavganın içinde hatırlıyor musunuz? Ergün Penbe’yi. Tamam arada Sabri gibi Emre Belözoğlu gibi şiddette yatkın isimler de var ama işin özünde taraftarların futbolculara yüklediği aşırı sorumluluk var. Mesela Galatasaray futbolcusu de Fenerbahçe futbolcusu da biliyor ki bu maçı kaybettiğinde akşam tesislere gelen kızgın taraftar grubunun protestosuna uğrayacak. Sonra milyonlarca taraftar, şampiyonluğun çimlere gömülmesi sonrası onları protesto edecek. An gelecek sokakta yürürken sözlü taciz edilecek. Hem kendi taraftarı hem de rakip taraftarından…

İşte futbolcuları aşırı gergin yapan şeyler, genç yaşta omuzladıkları sorumlulukları. Bunun yanında kabul etmek gerekir ki Sarı-Kırmızılı bir oyuncunun Sarı-Lacivertli bir oyuncuya yumruk atması birçok taraftarı mutlu ediyor. Tersi de Sarı-Lacivertliyi. Bunu futbolcu da biliyor. Eskiden futbol oynayan şimdilerdeyse ‘kahve muhabbeti’ tadında televizyon programına katılan sözde yorumcular da…

Ancak kimse çuvaldızı kendine batırmıyor. Hiçbir taraftar herhangi bir maç çıkışında kavga ettiğini, tesisleri bastığını, oyuncuları nasıl baskı altına aldığını hatırlamıyor. Sonra sahadan arbede yaşandı mı suçlu Lugano oluyor, Arda oluyor.

Umarım her taraftar Pazar günü olanlardan sonra kendine ‘suçlu kim’ sorusunu sormuştur. En azından sormasa bile yaşananları sahada kavga eden futbolculara yüklememiştir. Sonra yorumcular ‘Arda artık Galatasaray taraftarı hariç Türk taraftarı için bitmiştir’ dememiştir.

Şimdi; yaşananlar sadece Lugano’nun suçu mu? Yoksa sahaya şişe atan, küfür eden taraftarın mı? Tribünleri tahrik eden rakip oyuncunun mu, penaltıyı vermeyen hakemin mi (Bu yazdıklarımı sadece Galatasaray-Fenerbahçe maçında yaşananlar olarak düşünmeyin. Ligdeki herhangi bir karşılaşmada da bunlar yaşanıyor)? Ben suçlulardan bir tanesini buldum dün akşam: Ben!