31 Ağustos 2009 Pazartesi

Sinyal...

Özgüven ne kadar önemli bir şeydir değil mi? Fazlası zarar, kararında olması ise büyük bir avantajdır rakibin karşısında. Bu nedenledir ki Federer’i mağlup etmek sadece teknik özelliklere bakmaz. Mental açıdan da güçlü olmak zorundasınız.

Bizim 12 Dev Adam’ın da bir özgüven sorunu olduğu düşüncesindeyim. Efes World Cup’ın ilk maçından bu yana Avrupa Şampiyonası bir başlasa da işe koyulsak düşüncesindeydi. Akıllar asla Efes World Cup rakiplerinde değildi. Özellikle Almanya’ya kaybedilen maç tam manasıyla bir felaketti. Neden felaket olduğu Almanlar’ın bizden sonra oynadığı sonraki iki maçta gösterdiği performansta daha bir ortaya çıktı.

Tek tek maç analizi yapmak yersiz ancak Avrupa Şampiyonası’na bu kadar kısa süre kala bu kötü performans dizisinin neler doğuracağını hep beraber göreceğiz. Eyvallah; oranın havası farklı olacaktır ancak bu şekilde çıkarsan o hava bizi çarpar inancındayım.

Bunun yanında takımın bazı konulardaki eksiklikleri hakkında da bir iki cümle yazmak istiyorum. Ender Arslan bu takımı guard’ı değil… Kesinlikle Kerem ve Engin bir yerde tamam ancak Ender konusunda aynı düşüncede değilim. Keza Oğuz Savaş’ın da kadro kalitesini göz önüne aldığımızda orada yer almasını anlamıyorum. Zira kendisi hem kısa, hem ağır hem de şutu olmayan ve dolayısıyla bizim en sevdiğimiz 4 numaranın dışa açılmasına sekte vuran bir oyuncu.

Sonra Sinan Güler’in az dakika aldığını düşünüyorum. Sinan gibi adamlar her zaman savunmada direnci bir kat artırır. Kadro rotasyona girdiğinde 3’üncü değil 2’nci bölümde oyuna girmeli düşüncesindeyim. Zira 3 numarada Sinan’ın (ki 2 de oynayabilir, savunucu guard da olabilir), 2 numarada da Ömer’in olduğu ve adam adama savunma yapıldığı bir dönemde rakibin nasıl hareket edeceğini çok merak ediyorum.

Son bir paragrafta Kerem Gönlüm’e. Hani doping konularında klasik geyikler vardır ya; “Yok arkadaş o adam öyle şey yapmaz” gibi… Kerem de hakikaten hiç doping gibi, uyarıcı madde gibi şeylerle uğraşacak bir oyuncu profili çizmedi Türk sporseverine yıllardır… Bu açıdan çok büyük kaybı oldu Milli Takım’ın… Son yıllarda geliştirdiği dış şutlarıyla dışarı açılan ve rakipler için Milli Takım’ın cephanesinde önemli bir silah olan Kerem’i kaybetmek oyunumuz açısından çok kötü oldu. İşin içine bir de takım arkadaşlarının bu gibi bir durumla karşılaşmasına üzülen ve ondan ayrılan takımın da ruh halinin çok kötü olduğu inancındayım.

Dev Adam’lar için bu cümleleri Londra’dayken kursak haksızlık etmiş olurduk ancak Ankara’da kendi seyircisi önünde her şeyden öte büyük turnuvaya bu kadar kısa bir süre kalmışken çizdikleri bu görüntü maalesef iyi yönde bir intiba uyandırmıyor. Şahsi görüşlerim bunlar. Şahsi görüş demişken Murathanoğlu’na da değinmeden edemeyeceğim. Onun, ‘Stojaaaakovic’ demesine, olur olmaz her adam hakkında bilmem kaç senesinin bilmem hangi dönemindeki Lise kariyerine atıfta bulunmasına, maç içinde oyuncular hakkındaki esprili yorumlarına kısacası her şeyine bayılıyoruz ancak onun hakem kararlarını objektif değerlendirememesinden nefret ediyoruz yahu! Her hakem de art niyetli olmaz ki arkadaş. Nasıl bir katı düşüncedir yıllardır değişmiyor anlamış değilim. Hayır hakemlere sallama konusunda aynı cömertliği rakip aleyhine verilen kararlarda da korusa eyvallah diyeceğiz; Ancak yok! Her maç biraz daha iyi anlıyoruz ki Murat abimizin kafasına şu hakemlerin taraflılığı konusunu ameliyatla soksak fayda etmeyecek!

Son noktayı ilk maç ile koyalım… İlk maç Wroclaw kenti, Centennial Hall’de saat 22.15’te başlayacak ve karşılaşma NTV’den naklen yayınlanacak… 1 hafta kaldı… Dört gözle bekliyoruz…

Maç günü!

Cuma günleri ne kadar iticiyse, Pazartesi günleri de çarpı iki o kadar kötü benim için… Anlaşıldı ki UEFA Avrupa Ligi fikstürü pazartesiye maç taşıracak. Ya da gündüz maçları geri dönecek (İnşallah). Neden? Çünkü yayıncı kuruluşumuz son haftalarda 5-6 maçı aynı anda yayınlarken, lig başında aynı saatlerde iki maçın ayrı günlerde oynanmasını rica ediyor. Olan bize oluyor. Şimdi Ankara taraftarı nasıl gidecek maça? İşten izin mi alacak? Hadi Ankaralı gidiyor, Galatasaray’lı nasıl gidecek? İşten bu ortamda maç için izin mi isteyecek? Oynamayın kardeşim milletin ekmeği ve maç zevkiyle…

Galatasaray Ankaraspor’u yener… Net yazıyorum. Onların şu anda bizim maçtan daha önemli meşgaleleri var. Ankaragücü’ne daha da doğrusu Ahmet Gökçek’e nasıl yardımcı oluruz onun hesabındalar. İlk olarak büyüklerin de istediği Ediz’i gönderdiler. Dün de çok sevdiğimiz, sevgimizden sığdırasımız gelen Sayın Gökçek’in bir alt jenerasyonu Jr. Gökçek’e başkanlık koltuğunu verdiler. Şimdi onların aklı Jr. Gökçek’in de Ankaragücü’nde bir fenomen hatta ve hatta Türkiye’de bir emsal olmasını sağlamaya sıra geldi. Zira Galatasaray maçı çok da umurlarında değildir. Bir şey değil kendileri zaten nasıl bir zihin yapısındalar tahmin ediyoruz da garibim Röber neler düşünüyordur onu çok ama çok merak ediyorum. “Ne oluyor lan burada?” triplerine çoktan girmiştir.

Hani akılları başında olsa da bu maçtan puan almaları biraz zor. Hele ki dün de Fenerbahçe son dakikada kazandı ki daha bir gaza gelmiştir Galatasaray topçusu. Form durumu bu kadar yukarıdayken Ankara’nın cılız savunması karşı koyamaz diye düşünüyorum.

Son satırı yazarken fark ettim, bu kadar iddialı olmamın sebebi nedir bilmiyorum ama transferler Adnan Polat gibi beni de gaza getirdi galiba… Hayır bugün puan kaybeden bir Galatasaray için yarın nasıl bir maç yazısı yazarım bilmiyorum. Kazanırsa iş kolay. Çakarım başlığa “Ben demiştim”i, doldururum içeriğe Ankara futbolunun ensest ilişkisini, olur biter!

Spor camiası bu haberi ilk olarak bizden öğrendi…

Son 10 gündür canını dişine takarak çalışan calciomesso ekibi (ben) araştırmacı yayıncılığının meyvelerini toplamaya başladı. Futbolsever, Caner Erkin transferini ilk olarak bu satırlarda okudu…

Hep Fotomaç, Fanatik mi yapacak… Bizim de kendi çapımızda bir kendimizi ödüllendirme mekanizmamız var… Saygılar…

Barcelona - Shaktar Donetsk: 1-0

Böyle Süper Kupa olmaz olsun! Bir ara kendimi Gençlerbirliği’nin iç sahada Oftaş ile oynadığını falan düşündüm. Buna sebep olan da ilk olarak zemin, ikinci olarak Shaktar’ın “Aman 4-5 yiyip sakata gelmeyeyim” tadındaki oyunuydu. Cuma günleri hep mi böyle olacak bilader. Tatsız tutsuz maçlar, gol yok, doğru dürüst pozisyon yok! Almanya’da maç var TRT’de yayın yok!

Neyse maça gelelim biz… İbra’yı bu yıl Barça formasıyla ikinci kez izledim. İkisinde de hücumda akışkan bir oyun yapısı yoktu. Tamam sezon başı diyorum… Geçen sene de böyleydi diyorum ama gözümün önüne İbra’nın biri sağda Messi’ye, diğeri solda Henry’ye pas atmadan çalımı zorladığını hatırlıyorum, kötü çocuk Eto’o’yu neden gönderdiler diyorum kendi kendime. Neyi vardı, İbra’nın yanında değil egoist, Yunus Emre’ydi mübarek…

Neyse dakikalar ilerliyor, tribünlerden tutun teknik adamlara kadar herkes maçı bir kenara bırakıp “Monaco’yu Hamdi Abi’den iyi kimse bilmez. Bir arasak da bir iki mekan öğrensek” düşüncelerine dalıyordu. Derke İbra kenara gelirken Pedro adında genç bir vatandaş yıllardır kasvetini koruyan II. Louis’ye çıkıyordu. O’nun attığı gol ile Barça’nın kupayı alacağından habersiz ekran karşısında penaltılara hazırlanırken, Messi’nin bile o yaşta takımda abi olduğunu görüyorduk gol sevincinde.

Sonra aklımıza 2000 yılı geliyor, hayal alemine dalıyorduk… Ne günlerdi be… O zaman Süper Kupa’nın adı yetiyor. “Nerede o eski Ramazanlar” tadında eski günleri yad ediyorduk… Harbiden ne güzel günlerdi…

Beşiktaş - Gaziantepspor: 0-0

Hafta sonu bu kadar güzel maç varken sadece Beşiktaş’ı seyredebildim. O kötü performansa katlandığıma mı üzülsem, diğerlerini kaçırdığıma mı üzülsem bilemedim. Bildiğim tek şey var o da 8 milyon euro verip Tabata’yı almalarına rağmen taraftarın halen yönetimden nefret ediyor oluşu. Bu bomba transfer (!) bile taraftarın ateşini almaya yetmemiş. Haksızlar mı? Elbette hayır!

Ligde 4’üncü maçlar oynanıyor. Beşiktaş, son şampiyon unvanıyla çıkıyor sahaya. Ancak halleri hiç de şampiyon takımmış gibi değil. Bu yıl transfer sezonunda çok ter döktü yönetim lakin boşa ter döktü. Nihat için ödenen paralar geliyor aklıma, bir de sahadaki Nihat geliyor gözümün önüne yazık kere yazık diyorum. Sonra Holosko’da bir haller var ki anlamadım. Bu kadar isteksiz bu kadar etkisiz nasıl oynanır özellikle de geçen sezon bıraktığı yeri anımsadıkça hayret ediyorum. Bunda Nihat’ın baskı oluşturduğuna inandığım varlığının da etkisi olduğu kanısındayım. Zira bir zamanların Hakan Şükür’ü gibi… Her topu kendine istiyor, kaleye vurana bağırıyor sonra bir forvet oyuncusuna yakışmayacak pozisyonlar alarak sakil ofsaytlarda kalıyor… Üzerinde bir gol baskısı olduğu açık ancak İspanya’da bu kadar yıl oynamış bir oyuncunun bu tarz durumları olgunlukla karşılamasını beklerdim. Sanırım İspanya yılları kariyerine ve karakterine gerektiği etkiyi yapmamış. Antrenmandan maa gitmiş gitmiş gelmiş…

Denizli… O da bir an önce lig bitsin istiyor. Adım gibi emini. Zaten kendisinin 2’nci yıllarının bir dökümünü bir araştırmasını yapsak sigara üstüne sigara yakar, biz kederleniriz. Önceki yılı takımı şampiyon yapıyor, taraftara “Bu yıl takım uçar” havası yaratıyor sonra ne oluyorsa bobin ısınıyor, kayış kopuyor. Beşiktaşlı olduğunu herkes biliyor kendisinin… Sezon başı takımı çalıştırmak istemiyordu. Belki de o da kendindeki istikrarsızlığın farkında. Bu nedenle sözleşmeye yanaşmamış olabilir diye düşünüyorum…

Oyuna ve sisteme gelince… Beşiktaş bundan iki yıl öncesine dönmüş gibi. Ernst olmasa her hat birbirinden kopuk kafasına göre takılacak. Takımdan bir tek onu çıkartır hepsine sallarım. Yönetimin son yıllarda tartışmasız en iyi transferi… Takımı, taraftarı ateşliyor, rakibi korkutuyor. Takımın en verimli oyuncusuyken, maç 0-0’ken zamansız oyundan alınıyor, delikanlı gibi oturuyor, takımı destekliyor. En önemlisi Fink’e tahammül ediyor yahu! Fink dediğimiz adam bildiğimiz Bülent Akın’ın Almanya şubesi… Belki biraz haksızlık ettim ama asla ve asla Şampiyonlar Ligi’nde oynayacak bir takımın oyuncusu değil. Bedava diye alınmış olabilir ancak; paradan önemli şeyler de var arkadaş…

Yanılgı olmasın! Beşiktaş bu beraberlikleri alırken galibiyeti kaçırmıyor. Asla! Bir puanı alıyor, cebine koyuyor. Yani maç bittiğinde çoğunluk “Maçın hakkı buydu” diyor. Haberi Rıdvan’ın yorumuyla kapatıyorum:

“Beşiktaş bir beraberlik daha aldı… Zaten bu şekilde galip gelme ihtimalleri çok az. 2 puanlı sistem olsa sorun olmaz da 3 puanlı sistemde olmuyor işte…”

28 Ağustos 2009 Cuma

Şansın olacak arkadaş... #2

Kura dedin mi Galatasaray şansı isteyeceksin. Son yıllarda hangi torbalardan hangi takımları çekti hepimiz biliyoruz. Yine ilk torbanın iki kaymağından birini çekti. İkinci kaymam takımı da Fenerbahçe çekti zaten. İki takım da en kral iki gruptan birine attı kapağı. Tamam genel olarak iki torbadan sonrakiler de kolaydı belki ama muhtelif olarak kazık takımlar vardı son torbalarda puanı düşük… Bu açıdan son torbadan bile Sturm ve Sheriff’i çekmek iyi şans. Üçüncü torbalarda ise zor olanı Fenerbahçe çekti. Twente ne olursa olsun Hollanda’nın sadece hücum yapmadan oyunu iki yönüyle oynayan bir takım. FD bizden daha iyi bir analiz çıkartır zaten. Dinamo ise kendi sahasında ekmek parası gibi oynayan deplasmanda ise yatan bir takım. Yeni statüye hiç girmiyorum, zira girersek çıkamayacağız… İki takıma da hayırlı olsun diyor, maçların başlamasını heyecanla bekliyoruz…

Bu arada benim grup tahminlerime de bir bakın derim. Fenerbahçe’nin grubunda 2’te 2 yaptım, uyandırayım… Galatasaray’ın grubunuysa hiç sormayın. Bir tek Galatasaray’ı tutturdum!

BJK tribünü...

Madem pankartlara girdik, bunu koymazsak olmaz diye düşündüm kendi kendime... 'Güzel İnsan'ı zaten seviyorduk, bu pankart içimizi daha bir burktu... Kimin aklına geldi diye bir şey yazmaya gerek yok, zira o tribünde birden çok yaratıcı arkadaş var... Hiç olmadık yerde, olmadık pankartlarla kendi takım ve taraftarını mest ederken, rakip taraftarları da kendine imrendiriyor... Tabi alkışı da hak ediyorlar. Pankartı eklerken, Vedat Okyar'ı, 'Güzel İnsan'ı da saygıyla anıyorum...

Ziya...

Geçtiğimiz günlerde Galatasaray'ın pankartını koymuştum bloga... Bu kez de Fenerbahçe'ye yer veriyorum... Pankartı kim düşündüyse güzel hazırlamış. Ne küfür var ne de bir hakaret. Türk sinemasının unutulmaz karakteri Ziya ile yönetime güzel bir gönderme yapmış Fenerbahçe taraftarı.

UEFA Avrupa Ligi

Beşiktaş’ın rakipleri dün belli oldu. Bugün de Galatasaray ve Fenerbahçe’nin rakipleri belli olacak… UEFA’nın resmi sitesinden takip edeceğiz. Zaten oldum olası severim şu kuraları. Ah bir de Celta olacaktı ki… Kapsülü açıp, İngiliz aksanıyla “Celta de Vigo, Spain” demiyorlar mı hasta oluyorum… Son yıllarda Avrupa piyasasından uzak kaldılar o yüzden buruk seyrediyoruz kuraları...

Dün alınan sonuçlar yukarıda; torbalar aşağıda…

Biraz fantastik olacak ama benim tahminim şöyle,

- Shaktar Donetsk, Galatasaray, AEK, Touluse
- Steaua Bükreş, Fenerbahçe, Twente, Salzburg

Şansın olacak arkadaş...

Hiç unutmuyorum; Kapalı Çarşı’da çalıştığım günler… O zaman Bwin’e takılıyoruz. Bwin de kura çekimlerini ‘Live Bets’ olarak markete koymuş… Her neyse, bir arkadaşımız dükkana geldi. Ve şöyle dedi; “Galatasaray’a Bordeaux çıkar diye 1.85 veriyor” dedi. Bizim arkadaşımız da bunun üzerine; “Peki, diğerleri için ne veriyor” dedi… Sonuç: Soruyu yönelten arkadaşımız hariç hepimiz gülmekten kırıldık… Ulan kura çekimi bu. Daha başlamamış bile. Rakipler arasında oran farkı olur mu? Elbette olmaz…

Neden bu anımı yazdım? Kura çekiminde şansın olacak… Başka bir durumun yok. Öyle Türk usulü torpille falan kıyak rakip yakalayamıyorsun… Dün de şans bence Beşiktaş’ın yanındaydı. 2’nci torba neydi öyle… Ne oldu, CSKA’yı çekti Siyah-Beyazlı’lar… Tamam 4’üncü torbadan da Wolfsburg geldi fakat, geçen yılki kadar iyi değiller bu sene. Sonra bir de gurbetçi faktörü var. Fikstür daha güzel olabilirdi belki ancak; bazen çok da şey etmemek lazım… Hani MANU’yu gören herkes son maçı içerde MANU ile oynamak ister ama dediğim gibi buna da şükretmeli. Ayrıca Tabata’yı da aldılar ki (!) bu gruptan yürüyerek çıkarlar (!)…

Bu kuradaki Ölüm Grubu’nu Real, Milan, Marsilya’nın olduğu C’yi gösterebiliriz. F Grubu da ilk iki torbadaki fantastik ikilinin hesap karşılaşmaları olacak. C’den sonra zorluk derecesi yüksek grup A’dır bana göre. Beşiktaş’ı daha şanslı ilan edebilmemiz için de G’ye düşmesi lazımdı aşağı-yukarı denk olan B’ye düştü. Heyecanla maçların başlamasını bekliyoruz.

Tuncay Stoke City'de...

Madem transferden girdik, devam edelim… Tuncay da Robert Huth ile birlikte Stoke City’nin yolunu tuttu. Premier Lig hevesi onu Stoke’a götürdü. Bu kararında muhtemel olarak direkt oynama isteği de ağır basmıştır bir yerde ama yine de Aston Villa’lar, West Ham’ların yanında çok zayıf duruyor Stoke… Premier Lig’i daha iyi bilenler, elbette ki daha doğru biçimde analiz edecektir transferi…

Tabata Beşiktaş'ta...

Uzun uzadıya yazmaya gerek yok! Rodrigo Tabata 8 milyon euro… Kasım’da 29 yaşına basıyor. Kariyerinin son dört senesinden öncesi çöp bana göre. Neye göre transfer edildiğini blogu takip eden varsa yorum olarak bıraksın. Geçtiğimiz yıl bir rüzgardı, rakipler tarafından çok da itibar edilmediği için boş alanlar buldu ve fena olmayan istatistiklerle kapadı sezonu. Bu yıl üç maç oynadı, üç maçta da spiker top geldiğinde ismini söylemese fark etmeyecektim. Belki bunda transfer söylentilerinin de etkisi vardır ama, 8 milyon euro diyoruz… Bir yandan da Beşiktaş diyoruz. Bu ikili aynı çatı altında 8 milyon euro’ya buluşuyorsa hiç gelmesin daha iyi diyorum. Billyaletdinov haberi vardı geçen gün, sonra Sneijder’i yazdık. Onların bonservisi ve kalitesini düşünürsek bu para Tabata’için pardon Gaziantep için piyango… Bu yıl sadece Beşiktaş’tan 15 milyon euro koydular kasalarına. İsmail ve Tabata için verilen bedeller fahiş denebilecek düzeyde. Şimdi bunları yazıyoruz, yarın Tabata, dağı taşı yerinden oynatır, iki istatistiği de çift basamağa taşır belki ama 29 yaşında bir oyuncu için 8 milyon euro zihnimi zorluyor. Bu paraya kimler alınırdı geyiğine girmek istemiyorum ancak; hakikaten de Demirören’in bu savurganlığına “yuh!” diyorum…

27 Ağustos 2009 Perşembe

Robben Bayern'de...

Sabah Manchester United ile görüşüyor yazmıştım. Bir iki yabancı kaynaklı mecrada görmüştüm. Ancak ters köşe olduk. Robben Münih’e gidiyor. 25 milyon euro bonservisle. Şimdi işin üç farklı da boyutu var… Öncelikle bu transferle daha önce Ribery mevzusunda gerilen ipler biraz yumuşamış mıdır? Bu transferle Ribery transferinin önü mü açılmıştır? Ribery – Robben aynı anda oynar mı (Espri bu tabii ki)? Sneijder’in 15 milyon ettiği piyasada, Sneijder’den 10 kat daha müzmin sakat Robben’in bu bedele satılması, Bayern’e orta yollu yapılmış bir yuva… Bir yerde de Robben tabi, daha ucuza gitmezdi diyebilirsiniz ancak yarım sezon daha beklese belki sudan ucuz alacaklardı… Bana göre elbette… Ligde iki beraberlik sonrası panik yaptı sanırım, Hoeness ve Beckenbauer… Tak diye koydular masaya 25 milyonu…

Sneijder İnter'de...

Real Madrid… Her hareketi ayrı bir yazı, ayrı bir araştırma konusu… Geçen yıl sıradan Avrupalı basketbol takımlarının kadrolarına doluşturdukları Amerikalılar gibi onlar da Hollandalılar’a peşkeş çektiler takımı… Aslında her biri kendi çapında yetenekli ve ismi olan oyunculardı. Ancak bu gibi durumlar iki ucu keskin bıçak misali oluyor… Bir de toplandıkları takım Real Madrid olunca baskı iki kat daha artıyor. Ve sonuçta, koyun pazarında alıcılarını bekliyorlar, boynu bükük. İstemiyorlar tabi kopmayı Madrid kentinden ve büyük başarı vizyonundan. Ancak Perez, bir kere başlattı II. Los Galacticos dönemini… Hiç birinin kurtuluşu yok diye düşünüyorum.

Sneijder, Ajax’tayken Avrupa transfer piyasasında ses getiren bir oyuncuydu. Ancak bir yerden sonra işi PS’ye döndürüyor. Tamam sert şut çekip, adam eksiltebiliyor belki fakat; Hollanda-Rusya maçında olduğu gibi yayın oradan her türlü kaleye vuruyor. Her neyse, Real’de kötü geçen sezonun ardından zayıf halkalardan biri olarak ilan edildi ve satış listesine kondu. 15 milyon euro karşılığında Inter’e transfer olmuş dün… Mourinho’nun elinde başarılı olabileceği düşünülüyor. O’nun adı Jose… Lakabı da Special Men… Vardır bir bildiği diyorum…

Bu arada Real’in bir başka Hollandalı’sı Robben’in Manchester ile görüştüğü haberlerini okudum bugün… Paralar bile yazılmış haberlerde. O’nun için de 15 milyon euro’nun üzerinde istendiği yazılmış. Real’in Hollandalılar’ı temizleme operasyonunu, Giggs’in yaşlanan bedenini, MANU’nun soldaki alternatifsizliğini ve Robben’in Ada’yı seviyor oluşunu toplarsak, 1-2 güne bir de Robben postu gireriz bloga, uyandırayım…

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Yiyorsa teker teker gelin!

Bu sabah gördüm haberi... Sağlam bir yürek varmış Ziani'de dedim kendi kendime... Helal olsun diyoruz. Boyuna, posuna, kalıbına bakmadan dalmış Dzeko'ya. Fotoğraf oldukça manidar. Hani bu denli 'size' farkı olunca insan "Yiyorsa teker teker gelin ulan!" repliğini anımsıyor. O değil de bu kapışma gösteriyor ki Wolfsburg Magath'ı çok arar daha çok... Sıkıyorsa bir de Magath varken bir tartışma yaşalardı. Adamın gölgesi yetiyor be kardeşim...

25 Ağustos 2009 Salı

Camianın ileri gelen isimleri...

Her takım için belli hizmet kotasını aşmış kişiler için bu klişe ifade kullanılır: “Camianın ileri gelen isimleri…” İlk aklıma gelen Selahattin Beyazıt mesela. Daha kimler vardır kimler.

Mevzunun başlama nedeni Trabzonspor. Malum bugün Genel Kurul’ları vardı. Yönetim, kulübe gelir getirecek tesis yönetimleri için izin isteyecekti. Yatsınlar kalksınlar dua etsinler, dayak yemedikleri için. Oldum olası şu Trabzon taraftar ve yönetim yapısını anlayamadım. Amacım burada hor görmek değil ancak bazen destek vereyim derken baskı altına alıyor, eleştireyim derken de yerle bir ediyor. Ortaları yok maşallah… Bu kez de kongreyi bir birine kattı bir iki kişi. Kimi hırsız dedi, kimi işe yaramaz. Bir tane olumlu konuşan da yoktu. Sadri Başkan da küskün biçimde ayrıldı salondan. Okuduğum ve seyrettiğim haberler istifanın camianın ileri gelen isimleri tarafından engellendiği yönünde. Umarım istifa etmezler ve Trabzon yönetimi bu sıkıntılı günleri aşarak yıllardır yakalayamadığı bir istikrarı yakalayabilmek adına mücadele verir.

Trabzon’a dönecek olursak; Ben Sadri Şener’in samimiyetine ve çabalarına saygı duyuyorum… Adam elinden geldiğince vilayetine layık bir takım yaratmaya çalışıyor. Ancak elden daha fazla ne gelebilir ki… İşte Eriksson’u istedi gelmedi mesela. Tamam Broos’un kariyeri de biraz muğlak belki ama Trabzon’a da ‘world class’ bir adam getirmek kolay değil. Kadro konusunda da elden geldiğince olumlu işler yapmaya çalışıyorlar. Trabzonlu bundan 5 sene öncesini çabuk unuttu. Niteliği olmayan yerli oyuncuları maddi zorluklar nedeniyle kadroya doldurarak, orta sıra takımı olmaya razı bir görüntüleri vardı. Oysa geçtiğimiz yılın son virajında çabucak dağılmasaydı, belki şampiyon belki de Devler Ligi ön elemesi için vize kuyruğunda bekliyor olacaklardı. Dediğim gibi Trabzon’un sıkıntısı her şeyi çabucak unutmaları. Bu da istikrarlı bir yönetim kadrosunun oluşmasını engelliyor. Bu kez yönetimlerde baskı altına giriyor. Bu da teknik kadroya yansıyor. Bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir… Trabzon kentinin en kuvvetli zinciri olması gereken taraftar bugün en zayıf halkası ve tepkileriyle zincirin çabucak dağılmasına neden oluyor. Umuyorum ki Trabzon da eski şaşalı günlerine dönecek, sezon başlamadan şampiyonluğun en büyük adaylarından birisi olarak yarışta yerini alacak. “Bugün de öyle değil mi?” demeyin. Hal böyleyken en fazla bir adım giderler. O da ileri doğru değil, yana doğru… Kusura bakma Trabzonlu! Dostuz biz, acı söylüyoruz.

Takım Everton, konu transfer

Olacak o kadar. Dile kolay, aldılar City’den 25 milyon pound’u ezecekler bir şekilde. Nasıl olsa akar var bir yerde. Everton, Moyes’un en sevdiği oyuncu modelinin çoğu özelliğini taşıyan (bkz. Arteta) Diniyar Bilyaletdinov’u Lokomotiv Moskova’dan İngiltere’ye getirdi. Bonservis bedeli için 9/10 milyon pound yazılıyor. 24 yaşında ve yıldız potansiyeli taşıyan bir oyuncu için üstelik Arteta’nın da sakat olduğunu düşünürsek kâğıt üzerinde fena olmayan bir transfer gibi duruyor. Bir de bu transfere Arshavin de çok sevinmiştir. Artık Milli Takım’dan kankası Diniyar’da ‘Futbolun Beşiği’nde oynayacak. Neyse haberin sonunu Everton’un günlük kasasıyla kapatalım: 25 milyon pound geldi. Oyuncunun peşinatıyla birlikte 11 milyon pound gitti. Kaldı elde 14 milyon pound… Bu paraya ne yapılır? Senderos’tan sonra Lescott’un yerine sağlam bir savunmacı daha alınabilir ki alınmalı da bence. Zaten Phil de Kasım’a kadar sakat.

Azimle teşaşür eden...

Bu haber için birkaç başlık alternatifi vardı kafamda… “Paranın gücü”, “Demek ki herkesin bir bedeli varmış” gibi para ve güç odaklı başlıklar. Sonra Everton’ın oyuncuyu elde tutmak için gösterdiği gayret aklıma geldi ve sonunda bunda karar kıldım. Aslında geçtiğimiz hafta Everton’ın Senderos transferiyle Lescott’ın City’ye gidişini önü açıldı diye konuşuluyordu ancak yine de son yapılan 20 milyon pound teklif geri çevrilmişti. Dün nihayet transfer gerçekleşti. City, Everton’a 24 milyon pound ödeyerek Lescott’ı Toure’nin yanına koyarak savunmasında da çıtayı bir adım yukarı taşıdı. Henüz tempo yakalayamayan, United ve Liverpool’un ve sonlarda temposunun düşeceğini tahmin ettiğim Chelsea’nin yanında böyle bir kadro ve başarı vizyonuyla City’nin de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Abramovich Chelsea’yi ilk satın aldığında neler yaptıysa Dubaili sermaye sahipleri de onu yapıyor. Garibim Ranieri… Neler çektiğini bir kendi biliyordur. Dolayısıyla başarıya aç Dubaililer, bu transferlerden sonra bir iki puan kaybında Mark Hughes’ün çok üzerine gider mi, bir de teknik adam transferi olur mu onu da zaman gösterecek.

Bu arada City bir transfere daha imza attı. Emektar sol bek Sylvinho’yu kadrolarına kattılar. Ölüsü bile o tempo ve top tekniğiyle rotasyonun önemli bir parçası olur. Üstelik City’nin bu ekleme için bonservis ödemeyecek olması da ayrıca şaşırtıcı…

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Eleştiri dediğimiz şey...

Yazılarını takip edin derim. Habertürk'ün sitesinde yazıyor. Bütün yazılarına buradan erişebilirsiniz... Benim için en güzel olanlarından birini şeçtim. Siz nasıl bulursunuz bilmiyorum fakat, ben Sedat Tunalı'nın yazılarını büyük keyifle okuyorum. Eleştirileri kendine has mizah dolu üslubuyla yapıyor. Tıpkı bir blog yazarı gibi... Bugünkü yazısında da Trabzonspor'u ele almış ve Cale hakkında bir iki cümle yazmış. Bakın ne diyor;

"Cale diye bir sol beki var bordo - mavililerin, yaptığı bütün iş maç boyu Egemen'den aldığı topu tekrar ona vermek? Bir futbolcu maç boyu bir defa da mı bindirme yapmaz, hayır insan bir merak eder, acaba şu ilerdeki çimler nasıl kokuyor filan?"

Caner geliyor Caner...

Eskişehirspor Başkanı Halil Ünal, Nihat Doğan misali, Volkan Eskişehir'e gelecek diye açıklama yaptı. Önceki yıl takıma katılan Volkan'dan çok şey bekliyordu Sarı-Kırmızılılar ancak sezonun ilk 5 haftası hariç bir numarasını seyretmek nasip olmadı. Fit olduğu dönemde etkili bindirmeleriyle rakiplerin sağını iyi işeyebiliyordu ancak o da yazdığım üzere çok kısa bir süreydi. Sonrasında biraz kilo aldı ve çabukluğunu kaybetti. Bir bek çabuk değilse erken tükeniyor işte... Bu nedenle bu yıl Volkan'ı gözden çıkaran Galatasaray, diğer taraftan CSKA'da kadro dışı kalan Caner ile görüşmeye başlamıştı. U17 ile efsane mertebesine erişmiş, sonrasında da 4 milyon euro karşılığında CSKA Moskova'ya transfer olmuştu. Caner için bonservis ödemek istemeyen Galatasaray, oyuncuyla anlaşırken, kulüple de kiralık sözleşme üzerinde mutabakata varmıştı. Transferin bekleme sebebi olan Volkan da Eskişehir ile anlaşınca transferin önü açıldı. Caner'in transferi resmiyet kazandığında onun açık oynama özelliğini de düşünürsek bir alternatif daha kazanacak Galatasaray kadrosu. Bu arada Caner'e da bir tavsiye: Rica ediyoruz, şu saçları biraz toplatsın. Potansiyel Fatih Tekke saç modeline doğru gidiyor. Gurbette ya, kimse uyarmıyor herhalde...

Pankartın dili...

İbrahim Üzülmez hakkında cümleyi bitirirken "İstifa da bir hizmettir" sözü geldi aklıma... Sonra da Galatasaray'ın tribünlerle tartışmalı olduğu dönemdeki (2008 sezonu başı) pankartları aklıma geldi. Son yıllarda zeki ve altında nitelikli bir mizah duygusunun yattığı pankartlar çıkıyor Galatasaray tribününden. Bu da onlardan bir tanesi...

Uyku ilacı!

Belli oldu ki Denizli bu yıl önce gol yemeyeyim diye ter döktürecek takımına. O ne eziyetti Cumartesi günü… Son 25 dakikadaki Gençlerbirliği performansı da olmasa blogda yazmayacaktım.

19 yıl aradan sonra efsane sayılabilecek bir başarı… Türkiye’nin iki büyük kupasını da kazanan Beşiktaş, yeni sezona kafa olarak başlayamadı o açık. Sonra ben transferleri de yetersiz görüyorum.

Daha çok erken. Haklısınız... Ancak biz de bir yerden yakalayıp yazmak zorundayız. An itibarıyla da elimizde üç hafta var… Bu nedenle rica ediyorum, hayıflanmayın. Ankara deplasmanları ilginç biçimde kağıt üzerinde kolay olarak adlandırılıyor. Bunda büyük takımların son yıllardaki Başkent performanslarının da etkisi yok değil fakat, sahaya çıkınca işler geçmişe baktığı kadar oynanan futbola da bakıyor. Umut ediyorum Denizli de bu durumu göz önüne alarak fantezi yapmıştır maç günü. Zira oynattığı futbol ancak fantezi futbolda kurulur, bugünkü futbolda olma ihtimali yok…

Cumartesi günü dikkatimi çeken en önemli konu şuydu; Beşiktaş’ın bekleri takıma oturmamış… Bek oyuncuda ideal adamı yakalamak ne parayla oluyor ne de kariyerle. Kısacası Beşiktaş’ın beklere yaptığı genç oyuncu hamlesi doğruydu bana göre. Özellikle Rıdvan bence etkili bir ‘wing back’ olabilir. İsmail de çok iyi bir oyuncu olabilir ancak biraz zamana ihtiyacı var. Lakin bu orada İbrahim Üzülmez oynamalı anlamına gelmiyor. Zaten İbrahim oynamasın artık. Bıraksın… Bu saatten sonra para için oynamıyordur sanırım. Şayet kulübe hizmet etmek için oynuyorsa da bence en büyük hizmeti futbolu kaptan olduğu kulüpte bırakarak yapar. Bundan sonra üst üste üç maç kazandırsa da ne İbrahim eski İbrahim ne de taraftar eski taraftar. Artık ‘Deli İbrahim’i eskisi kadar sahiplenemiyorlar…

Maça dönelim… Gençlerbirliği bilinen, halk arasında da “Taş gibi takım!” unvanını hak eden takıma doğru gidiyor düşüncesindeyim. Thomas Doll’un hiçbir şeyi yoksa ismi var. Zira artık futbolcular da sıkıldı bir sene arayla aynı teknik adamlarla çalışmaktan. Bu açıdan Doll ismi, İstanbul’da Rijkaard markası ne kadar ilgi ve saygı uyandırıyorsa bir o kadarını Ankara’da hissettiriyor. Futbolculara da bir ciddiyet gelmiş o kesin. Bu arada eminim her blogda rastlamışsınızdır ama ben de yazamadan geçemeyeceğim, Aykut’u takip etmeli. Hırsı ve dayanıklı fiziğiyle üst düzey bir adam olabilir düşüncesindeyim.

Beşiktaş ile başladık Beşiktaş ile bitirelim. İki kupa kazanmak gerçekten çok önemli bir başarı. Şampiyonlar Ligi’nde oynamak her şartta büyük onur. İnönü gibi bir statta oynamak büyük bir şans. Ancak saydığım bu bileşenleri bir arada istenildiği gibi kullanmak gerekiyor. Tıpkı, su, ateş, toprak ve hava gibi… Espri bir yana geçtiğimiz yıl Denizli’nin söylemleriyle takıma teneffüs ettirdiği şampiyonluk havası nasıl bir sonuç yarattıysa bu yıl ki etkisiz tavrı da Beşiktaş’ı çemberden o denli uzaklaştıracaktır düşüncesindeyim. Kısacası Beşiktaş daha geçen yıl da…

Galatasaray - Kayserispor: 4-1

Maç yazısından önce mor forma hakkında konuşmak istiyorum. İlk günlerde kötü olduğu konusunda çokça yorumlar yapıldı. Ancak bugün Galatasaray Store’lara gittiğinizde mor forma stantlarının boş olduğunu göreceksiniz. Bence tartışmasız bir pazarlama başarısıdır. Özellikle son yıllarda taraftara yönelik alternatif forma tasarımları tüm dünya kulüplerinde istenilen satış rakamları yaratıyor. Bu açıdan Galatasaray’ın son iki yılda biri turuncu bir mor olmak üzere iki alternatif formasının da başarılı bir çalışma olduğuna inanıyorum.

Maça gelecek olursak; sonda yazacağımı başta yazayım. Üç hafta geçilirken netleşen iki fotoğraf var Süper Lig’de. Çok erken dediğinizi tahmin ediyorum fakat özellikle de altını çizmek istiyorum ki bu yıl ne Anadolu kulüpleri iki yıldan bu yana olduğu gibi etkili ne de şampiyonluk yarışı dört-beş takımın çevresinde gelişecek.

Anadolu kulüpleri hakkında bir genelleme yapmış olabilirim ancak; Kayserispor’un sizce önceki ve geçen yılla bir alakası var mı? Bizim alıştığımız Kayseri, topa basan, pas yapan, çok nadir pozisyon veren ve en önemlisi Tolunay Kafkas’ın da söylediği gibi duran toplarda bu kadar yerleşim hatası yapmayan bir takımdı. Savunmasında büyük değişime gitmiş bir takım olsa bunu anlayabilirim ancak, iki yıllık çekirdek yapısını koruyan bir takım için yapılan bu hatalar gözüme battı.

Mehmet Topuz her ne olursa olsun Kayseri için önemli bir oyuncuydu. Sistem, yetenek, istatistik kısacası her şey bir yana, takımın lideriydi. Mehmet oyunu ve oyuncuları yönlendirmede etkili bir oyuncuydu Kayseri için. Ve Kayseri bugün Topuz gibi bir oyuncunun eksikliğini çok net biçimde hissediyor. Bu da Kayseri’nin direncinin erken kırılmasına neden oluyor.

Kayseri dün sahaya bunları yansıtırken bunda Galatasaray’ın futbolunun da etkisi vardı. Üstelik son dört maçtır oynadığı futboldan daha etkisiz bir oyun ortaya koyduğu halde. Zira gol pozisyonu yaratırken önceki maçlara oranla etkisizdi. Ancak galibiyeti getiren özellik orta alandaki etkin pas organizasyonları ve kanat oyuncularının sık sık içeriye kat etmeleriydi. Hücum presini etkili uygulayan Sarı-Kırmızılı takım, istediği kadar pozisyona giremese de üç puanı dört golle almayı başardı. Ve Baros iki gol atarak son haftalardaki homurdanmalara nokta koydu. Hem de iki tane daha atabileceği bir maçta…

Dört gol dedik ancak; dün ağlara gönderdiği iki gol tartışmalara neden oldu. Bana kalırsa ilk gol temizdi. İkinci goldeyse pozisyon korner değildi. Ancak bu Makukula ile Hamidou’nun arasındaki iletişim eksikliğinin açıklaması değil. Zira top Hamidou’nun kucağına gelirken Makukula’ya var gücüyle bağırdı ancak forvet oyuncusunun topa müdahalesini engelleyemedi. Buna benzer şeyler ancak uyum sorunu atlatıldığı zaman ortadan kalkabiliyor. Ayrıca hücumcular da bazen bu gibi kaza golleri atabiliyorlar.

Maçtan bu kadar konuşmuşken Elano’nun golüne de bir paragraf açmalı… Kuyruklu yıldız gibi gönderdi topu. Yaklaşık 30 metreden, gerilmeden, topu düzeltmeden… Ligdeki ilk golünü Süper Lig görüntüleriyle jenerik hazırlayanlara hediye etti.

Yukarıda da yazdığım gibi genel olarak lig hakkındaki düşüncelerimi girişte yazdım. Galatasaray bu temposunu istediği çizgiye eriştirinceye dek bu haliyle bile rakipleri için korkulu bir rüya haline geliyor. Ve unutmamak gerekir ki şampiyonluk mücadeleleri ilk 10 hafta ile son 10 hafta arası şekil alıyor. Ve rakiplerin düşük viteste kaldığı ilk 3 haftada Sarı-Kırmızılılar, ileride hazırdan yiyebilecekleri bir miras yaratıyor.

Galatasaray'ın futbolu...

Blogu önceden takip edenler hatırlayacaktır. Genelde analiz ve sistem olaylarına girmiyorum. Kişisel yeti ve birikim açısından üstatlara karşı biraz had aşma gibi geliyor bana. Ancak arada bir kırıyorum zinciri, yapıyorum analizi… İşte bir Galatasaray analizi…

4-3-3… Galatasaray… Bugünlerde bu ikiliyi çokça duyuyoruz… Evet, Galatasaray bu sistemin değişik bir türeviyle oynuyor ama sahada işler PS’de olduğu gibi olmuyor elbette. Zira Rijkaard’ın sahaya sürdüğü takım hücumu ve savunmayı farklı oynuyor.

Biraz açacak olursak; takım hücuma çıktığında iki bekten Sabri sıkça bindirme yaparken, Hakan nadiren de olsa rakip takımın sağ kanadında gözüküyor. Yeri gelmişken bu da Hakan için bir artı. Zira eskiden sol bekte savunma açısından oldukça başarılı olurken, hücuma neredeyse hiç çıkmıyor oluşu, kanadı olduğu gibi açıktaki oyuncunun sırtına yüklüyordu. Açıktaki oyuncu da göbekten yardım almak zorunda kalıyor, göbek oyuncusu da sola yaklaşarak, hücum zenginliğinin azalmasına neden oluyordu. Bu açıdan Hakan’ın sık ve kontrollü bindirmeler yapması Galatasaray’ın sol kanadını da tehlikeli bir unsur haline getiriyor. Neyse kaldığımız yerden devam edelim. Stoperler hücuma çıkılırken savunmayı öne itiyor ve ikili yaklaşık kendi yarı sahasının ortalarına kadar çıkıyor. Ön liberolardan genel olarak biri de hücuma katılıyor. Hücumcu ön libero topun olduğu noktalara yakın oynayarak, sıkışan anlarda oyunu genişletiyor veya kısa paslarla hücum hattının rakip ceza sahasına yaklaşmasını sağlıyor. Diğer ön libero ise orta sahanın ortalarında gerektiği anda ikili savunmanın arasına girebilecek yakınlıkta bekliyor…

Orta alanda ise hücuma yön veren ve topu ayağında tutan oyuncu oyunu dikine veya kanatlara adam eksilterek aktarırken kanatlarda hem içe hem de sıfıra kat edebilen yetenekleriyle topu tehlikeli alana sokabiliyor. Ve bu sırada ceza alanı ve çevresinde ortalama olarak 5-6 Galatasaraylı oyuncu oluyor.

Top rakibin ayağındayken ise geri dörtlü en arka bloğu kapatıyor. Ön libero ikilisi de topun olduğu yere kanatlarla birlikte alan daraltmak amacıyla kenarlardan baskı yapıyor. Lider oyuncu da bu baskıya yardım ediyor. Daha da ötesinde pres ve oyun bozma Baros ile birlikte başlayarak kademeli olarak tüm takıma sirayet ediyor.

Şüphe yok ki bu oyun yapısı yıl içerisinde daha da etkili bir hal alarak ve belki de değişerek devam edecektir… Ancak ana fikir oyunu kısa mesafelerde oynamak, kanatları da etkili kullanarak pozisyon zenginliği yakalamak.

Kağıt üzerinde risk barındıran bir sistem gibi gözükse de zamanla parçalar yerine oturdukça her şey daha sistematik ve daha iyi şekilde uygulanacaktır. Bu sistem Süper Lig’de amaçlanan hedef için biçilmiş kaftan gözüküyor. Avrupa için ise biraz daha erken olur konuşmak. Ancak mantık olarak Avrupa’da da başarılı olacağını söylemek hayalcilik değildir bence…

Bu arada maç yazısı mı? Gidişat biraz ateşleyince önce bunu yazmak istedim. Birazdan maç yazısı da geliyor…

Sivas fıkrası...

Bouazza Sivas’tan ayrıldı haberini gördüm dün… Artık Sivas’tan ne bekliyordu ne buldu bilmiyorum ama Shaktar maçında da adamın çok üstüne gittiler. Gerçi o da Rivaldo gibi gördüğü yerden kaleye vurdu… Bu nedenle takımla doğru dürüst bir antrenman geçirmeden, arkadaşlık kavramı oturmadan sahaya direkt çıkarmak İstanbul takımları bir tarafa sorun yaratıyor işte… Zaten oldum olası anlamıyorum bu olayı. Daha hafta başında transfer ettiğin bir adamı neden ilk 11’e koyarsın ki? Getirdiğin adam World Class olur anlarım, ama vasat bir sol açık getirip sadece kariyeri ve geleceğini düşünerek 11’e koymak bana mantıklı gelmiyor. Tabi bir de şöyle bir durum var; Bülent Uygun durumu fark edip, oyuncuya güven aşılamak da istemiş olabilir… Ama her ne yapmak istediyse, Bouazza’dan da neler beklediyse bugün itibarıyla bu soru işaretlerini çöpe atabilir…

Not: Ne olursa olsun delikanlı adammış kendisi… Aldığı parayı da iade edip gitmiş…

21 Ağustos 2009 Cuma

Burası Seyrantepe, buradan çıkış yok!

Bu tezahüratı çokça duyduk Ali Sami Yen’de… Galatasaraylı taraftarlar defalarca takımlarını ateşlemek için bu tezahürata başvurdu. Taraftar yıllardır hayalini kurduğu bu tezahüratı Aslantepe’de bu tezahüratı yapmak için ne kadar daha bekleyecek çok merak ediyorum. Zira Seyrantepe’de işler açılacağını karışıyor gibi... Başladığı günden bu yana basında “Bitiyor, yetişiyor” haberlerinden çok “İşçiler inşaatı durdurdu” haberleri yayımlandı. Eren Talu’nun kariyeri baş aşağı oldu.

İşin diğer tarafındaysa Adnan Polat’ın dile getirdiği hayali ve TOKİ’nin verdiği sözler var. 2010-2011 sezonunda Arda’yı kaptan olarak Seyrantepe’de görmek istediğini dile getiren Polat, eminim ki TOKİ’nin verdiği taahhütlere güveniyordur. Ama daha ihale süreci sancılarla geçen, tekliflerin beklentilerin altında olduğu bir ortamda yeniden çivi ne zaman çakılacak, bana kalırsa o bile muamma… Hayırlısı diyelim…

Futbolsevere güzel haber

TRT iki yıllık Türkiye Kupası yayınlarını aldı sonunda. İki senedir özellikle şu D-Smart’tan sonra futbolseveri ekranlarına çekebilmek için çaba harcıyorlardı. Buna örnek olarak Lig TV’den alınan tekrar yayınları ve bu yıl ki Bundesliga hamlelerini gösterebiliriz. Keza buna Hakan Şükür hamlesini dahi ekleyebiliriz. Sözün özü nihayetinde dar gelirli ve kahve/birahane kültüründen haz etmeyen futbolseveri TRT ekranına konuk etmeyi başardılar. Yayınların nasıl olacağını yıllardan bu yana değişmeyen spikerlerinden tahmin edebiliyoruz. Kötü demek haddimize dahi değil ancak, ilerleyen yaş ortalamasından ötürü biraz heyecan eksik oluyor. Yoksa dediğim gibi bilgi-birikimlerine söz iliştirirsek taş oluruz.

Bu arada kupa yayınında bu gelişmeler yaşanırken, Tahkim Kurulu Aurelio davasında şaşırtıcı (!) bir karara imza attı ve tazminat hükmünü kaldırdı. Galatasaray geçtiğimiz haftalarda ilgilenmediğini açıklamıştı. Özellikle Mustafa Sarp’ın bu formundan sonra öyle bir yıllık ücreti karşılamak da sıcak gelmeyecektir. Beşiktaş’ın ise sağı-solu belli olmaz. Tabi bir de Betis’te kalma ihtimali var. Ne olacağını zaman gösterecek.

ehliyet, ruhsat lütfen!

İlk dönemlerde kendimizle dalga geçmiştik, "Bloga bizden başka kimse girmiyor" diye... İşin aslı öyle değildi tabi... Site ismini yanlış yazmıştık, sonra da 'sitemeter' olayına hiç girmedik. Ancak bu kez bir sitemeter eklemesi yakışır dedim, en alt sağa ekledim... Bundan böyle çevirme var, dikkatli olun!

Çok kısa kısa...

Fotoğrafta göreceğiniz üzere göbeği açmış Rio baba... Bu kıyafetle mideyi üşütmemiş ancak; Birmingham maçı öncesi antrenmanda uyluk bölgesinden sakatlanmıştı. Ve bugün yapılan resmi açıklamaya göre 3 ila 4 hafta arası sahalardan uzak kalacakmış. Sir büyük adamdır herkes biliyor. Bir 'B Planı' vardır var olmasına da bu periyotta oynanacak rakipler de şaka gibi. City, Tottenham, Arsenal...

Bu arada bir yuvaya dönüş daha... Aslında O da bugün takım arkadaşı olan Nihat gibi İspanya'da kalacağını, Türkiye'ye dönmeyi düşünmediğini söylemişti transfer sezonunun başında. Artık birbirlerini mi ikna ettiler, yoksa memleket hasreti dört bir yanlarını mı saldı bilinmez İbrahim Kaş da yuvaya döndü. Döndü demişken, 34 yaşında yaşadığı sakatlıklar dolayısıyla geçen sezon ortasında basketbolu bırakan Jason Williams da Orlando Magic ile anlaşmış... Ve son bir haber... Daha önce Toronto ile tekrar anlaşarak Kanada'da kalması beklenen Mensah Bonsu da Rockets ile el sıkışmış...

Haber değeri!

Fotomaç, Fanatik, Fotospor olsa bir yerde hoş görüyoruz ancak, yazan Hürriyet olunca insanın üzülüyor. Hürriyet bu yahu. Tirajı 500 bine dayanmış… Ülkenin en köklü yayınlarından biri. Şu muhabbeti kahvede yapsan, orada bile muhatap bulamazsın ancak Hürriyet Ali Güven’e inanıyor, yazıyor…

Günün yorumu!

Diğer iki maçı doğru-dürüst takip edemediğim tekrarlarını da izleyemediğim için yorum yapmak istemiyorum. Fakat UEFA gecesini Sergen Yalçın yorumlarıyla noktalamak istiyorum;

Maç öncesinde yapılan açıklamaları anlamakta zorluk çekiyorum. Rijkaard “Levadia çok etkili bir takım, dikkatli olmamız lazım” diyor, Daum maç bitmiş “İstanbul’da çok zorlanacağız” diyor… Bunun sebebi rakibi yenince büyük bir iş başardık diyebilmeleri için galiba…


Her ikisi de bu cümleyi hak etmiyor, hele Rijkaard kariyerindeki kupalarla hiç ama hiç hak etmiyor. Ancak Sergen Yalçın Beyefendi, rakibe saygı ve oyuncu konsantrasyonu için yapılan bu taktik açıklamaları hayatı boyunca yapamayacak olmanın rahatlığıyla iki tenik adamı gönül rahatlığıyla eleştiriyor işte.

Sivasspor - Shaktar Donetsk: 0-3

Aslında bu düşüşü geçen sene olur diye bekliyordum. Fena yanıldım. Adamlar düşüş bir tarafa üstüne koydular. Tamam bunda rakiplerinin eksikliklerinin de payı vardı ancak yine de alkışı hak etmişlerdi. Hem de ilkel olarak nitelenen futbollarıyla. Sivasspor’dan bahsediyorum. Bu sene eskisi gibi olmayacakları kesin. Ne fizik olarak iyi durumdalar ne de futbol olarak.

Bunda yanlış transfer politikasının etkili olduğunu savunuyorum. Ve bu politikanın da bir Bülent Uygun eseri olduğuna inanıyorum. Zira egosu yüksek biri olan kendisi, “O kadar adam gitti, yerlerine böyle adamlar aldım. Ben onlarla da zirveyi zorlarım” düşüncesinde olduğunu düşünüyorum. Kendi öz geçmişini şu şekilde yorumlayan bir adamdan başka nasıl bir düşünce beklenir ki; “Geldiğim ilk yıl 22 golle Gol Krallığı yaşayıp, adımı tarihe altın harflerle yazdırmayı başardım. Ligde rakiplerinden 5 puan, Şampiyonlar Liginde 3 maçta 7 puan alan takımın kaptanı iken Sakaryalı olmam sebebiyle dönemin başkanı Ali Şen tarafından takımdan uzaklaştırıldım.” Bu Fenerbahçe kariyeri… Bir de Sivasspor kariyeri için sözleri var ki onlar da şunlar; “İdealist bir futbolcu olarak 2001 sezonunda Sivasspor’da 30 yaşımda futbol hayatıma noktayı koydum. Canımdan çok sevdiğim Sivasspor en alt sırada ve 12 puandayken, alınan Beşiktaş galibiyetiyle deplasmanda teknik direktörlüğe başladım. 3.5 yıldır menajerliğini yaptığım Sivasspor’un 38 yıl sonra Süper Lige çıkmasını ve başarılı olmasını sağladım.” Belki birebir tanımadığımız için ön yargılıyız gibi duruyor ama haksız da sayılmayız bir yerde.

Sivasspor’un maçını yazacaktık, bak yine Bülent Uygun meselesine daldık. Sivasspor’un da sorunu bu işte. Neden Kayseri ligin en az gol yiyen takımıyken Kafkas çıkıp masal anlatmıyorsa, Bülent Uygun da kendisine her konudan bir söz hakkı yaratıyor.

Takım geçen seneki yapısından uzak dedik… Ancak olumlu yönde uzaklaştıklar. Son iki senedir yapmadıkları kadar pas yapıyor, ısrarla kısa toplarla kanatlara inmeye çalışıyorlar. Sanıyorum bu durumda Mehmet Yıldız’ın olmayışının da etkisi var. Zira onun varlığı takımı ileride yüksek toplardan doğacak tehlikeleri vaat ediyor.

Düne gelecek olursak; Shaktar taş gibi takım işte… Skor yanıltıcı falan değil. Adamlar aklıyla oynuyor. Baskı kurulacak dakikayı da biliyor, geri planda basacakları dakikayı da… Açık alan yakalayabilmek için yaklaşık bir 20 dakika geride bastılar ki bu 65-85 arasına denk geldi. Şuursuz bir baskı kuran Sivasspor karşısında son paslardaki beceriksizlikleriyle iki pozisyonu harcadılar, üçüncüyü ise kaçırmadılar. 2-0’dan sonrası zaten bitse de gitsek havasına girdi ki Ukraynalı’lar kendi evlerinde sıkıntı yaşamamak için disiplinden kopmayarak hem iyi savundu hem de bulduğu pozisyonu gole çevirerek farkı 3’e taşıdı…

Sivasspor geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ilk turda elendi. Tecrübe kazanıyorlar geyiğine gerek yok zira ilk turda tecrübe falan kazanılmaz. Sonuç olarak, ellerinde bir Süper Lig’deki onur mücadeleleri bir de Kupa’daki şampiyonluk mücadeleleri kaldı ki kendilerine her iki kulvarda da başarılar diliyoruz…

Glatasaray - Levadia Tallinn: 5-0

Dün Levadia takımı ile ilgili düşüncelerimi yazmıştım. Sözü “ben demiştim” ifadesine getirmek istemiyorum ancak dün maç öncesi yorumları dinleyince bir kat daha şaşırdım… Levadia’yı nasıl oluyor da Galatasaray ile bir tutuyor ve tehlikeli takım diye niteliyorlar anlamıyorum… Bu yorumda muhtemelen ‘Google’ istatistiklerinin de payı var elbet ancak isterdim ki yorumcular okuyucularıyla ve TV takipçileriyle düşüncelerini paylaşmadan bir Tallinn maçını seyretselerdi… Bugün blog yazarları bile yazmadan önce araştırma yapıp, düşüncelerini paylaşıyorsa onların kat kat fazla çaba sarf etmeleri gerekir diye düşünüyorum.

Maça gelince; iki takım arasında çok büyük bir vizyon farkı var… Bu kağıt üzerinde. Bir de sahadaki futbol arasında fark var ki o da neredeyse uçurum… Maça daha ilk dakikadan kapanarak, evet bildiğiniz 9 kişi defans yaparak başladı Tallinn. Galatasaray eskiden olduğu gibi kapalı takıma top şişirerek değil, sık ve isabetli paslaşmalar yaparak, adam eksilterek hücum etti. Hal böyle olunca da hücum hattı kalabalık olmasına rağmen pozisyonlar bulmayı başardı. Oyunculara tek tek değinmeyeceğim ancak Keita’nın sezon boyunca kanatları domine edeceği şimdiden belli oluyor. Bir de Elano olayı var. Halen nerede oynayacağı ve kimi keseceği belli değil. Ayrıca sadece taraftar istiyor diye ilk 11’e koyulmayışı ve son 20 dakikada sahaya sürülmesi de Rijkaard’ın meslektaşlarına verdiği adalet dersi olarak kayıtlara geçti dün. Mevkisine gelince ben hazır bir Elano’nun ortada oynatılacağı, Arda’nın da sola kaydırılacağı düşüncesindeyim. Zira her ne kadar Elano için sağ kenar oynayabildiği söylense de bizim seyrettiğimiz Brezilyalı’nın optimum verimi ortada vereceği kanısındayım. Zira kanat için ağır bir oyuncu, bunun yanında fuleli bir oyuncu değil. Taşıdığı özellikler onu ortaya taşıyor…

Yedek kulübesi hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum. Adnan Polat geçtiğimiz hafta yaptığı konuşmada “Tek başına Neeskens’i bile getirmiş olsak büyük iş başarmıştık” demişti. Kendisine katılıyorum. Rijkaard bu kadronun ve hedeflerin bonusu, tanrının bir lütfu oldu Galatasaray’a. Yıllardır yabancı teknik ekibe eski Türk oyuncularının yardımcılığının verilmesini eleştiriyordum. Çünkü o eski Türk oyuncular en fazla takımdaki tanıdıkların masa arkadaşı oluyor. O kadar… Ötesi yok… Yetmediği gibi ileride de bu ortaklıklar sorun yaratabiliyordu. Bu açıdan Rijkaard-Neeskens ikilisinin tamamen takımın tek patronu olması oyuncunun da ciddiyetini olumlu yönde etkiliyor. Bu arada nasıl bir profesyonelliktir o Neeskens? Takım 5’inci golü atmış, Rijkaard tebessümüyle kulübeye oturmuş, kendisi halen bir pozisyonu notunu tutuyor. Bu tür adamları yıllardır başka takımlarda seyrediyorduk, demek ki kaderde onlardan birini Ali Sami Yen’de de görmek varmış…

20 Ağustos 2009 Perşembe

Boubacar Sanogo St. Etienne'de...

Boubacar Sanogo… Vakti zamanında bu adam için piyasası bitmiyor demişim… Haksız da sayılmam. Nasıl oluyorsa vatandaşın profili düşmüyor. Kendisinin Bundesliga’dan bu yana kariyerine bakacak olursak (ki Bundesliga kariyeri 05-06 sezonunda Kaiserslautern ile başlamıştır) dört senede dört ayrı takımla 100 kez sahaya çıktığını görüyoruz. Attığı gol sayısı 36… Yani her üç maçta bir gol diyebiliriz. Kısacası öyle dağı taşı yerinden oynatan bir golcü değil. İstikrarlı hiç değil. Bunun yanında kendisinin ‘target striker’ gibi bir durumu da yok. Senelerdir izliyoruz işte. Bir numarasını göremedik. Ancak nasıl bir menajer varsa kendisinde yine Avrupa’nın tanınan bir takımına, St. Etienne’e transfer oldu. Düşünüyorum da o menajere Mehmet Güven’i, Sabri’yi, Toraman’ı versek neler neler yapar acaba?

Biz de olmasak yatacaklar...

Çok merak ediyorum… Şu CAS’a bizim ülke mağdurları kadar başka bir yerden giden var mıdır? Bugüne kadar açılan davaların kaçı kulüplerin lehine sonuçlandı bilmiyorum. Ancak futbolcu/teknik direktörün haklı olduğu dava sayısı şüphe yok ki daha fazladır. Bunun yanında devam edenler de var ki onlara girsek hiçbir türlü çıkamayız herhalde. Haberi yazmamın sebebi, Aragones’in CAS’a gidiyor oluşu… Adamı nasıl getirdiler nasıl gönderdiler ayrı yazı konusu. Gerçi o da hak etmedi değil fakat; bir işimiz de CAS’a gitmeden hallolsun yahu… Ya sözleşme feshi denen olayı çözemiyoruz ya da cin olmadan adam çarpmaya çalışıyoruz. Konu Türk yöneticiler olunca ikincisi kulağa daha bir mantıklı geliyor. Bu arada Aragones demişken. Kendisi ile tazminat pazarlıklarını Mosturoğlu yürütmüştü… Konuyla Yıldırım ilgilenseydi, Aragones belki de üzerine para verirdi… Ama bugün… CAS’a bir iş daha çıktı Türkiye’den. Herhalde onlar da illallah etmiştir bizim dosyalardan…

Maç günü!

Yeni adıyla UEFA Avrupa Ligi’nde play-off ilk karşılaşmaları bugün oynanıyor. Galatasaray Estonya temsilcisi Levadia Tallinn ile Ali Sami Yen’de, Fenerbahçe ise İsviçre’de Sion ile karşılaşıyor.

Google’dan girip Levadia Tallinn’in performansına bakanlardan şüphe yok ki şöyle yorumlar duymuşsunuzdur; “Rakip çok formdaymış!”, “Adamlar Estonya Ligi’ni domine ediyor!”, “Estonya’da ligi yarılamışlar, kondisyonları da çok iyiymiş”, “Galatasaray’ı çok zorlar bu takım…”

Aslında kağıt üzerinde haklılar. Gerçekten de bu sayılan özellikleri taşıyorlar. Her şey iyi güzel de rakip de Galatasaray… 2000 yılı geyiklerine girmeyeceğim ancak, özellikle bu yıl Avrupa çapında iddialı bir kadro kurmuş ve bu kadronun başına da dünya futbolunda söz sahibi bir teknik kadro getirmiş bir takımdan bahsediyoruz. Dolayısıyla sürpriz olma ihtimalini dahi aklımdan geçirmiyorum. Sonra iki takımın oyun sistemlerini de ele aldığımızda Galatasaray’ın avantajlı olduğunu düşünüyorum. Zira Galatasaray’ın rakibi olduktan sonra gerek Şampiyonlar Ligi’nde oynadıkları Debrecen, Wisla Krakow maçlarının geniş özetini gerekse ligdeki 5-6 maçın özetini izleyebildim.

Tallinn’in takım kurgusu hücum odaklı… Başlıca sebep Estonya Ligi’nin kalitesiz oluşu ve ligin en iyi takımı oluşu… Bundan dolayı iş Avrupa’ya gelince düşünün Debrecen gibi bir rakip karşısında bile oldukça etkisiz sıradan, yavan bir takım haline dönüşüyorlar. Ve istedikleri hücum futbolunu oynayamayınca gol yememe telaşıyla savunma yapıyor. Savunma yapmaya çalıştıklarındaysa başarılı olamıyorlar. Wisla’yı elemeleri ise biraz kaleci biraz da şans unsuruyla gerçekleşti. Bu açıdan Ali Sami Yen’de ister hücum ister savunma oynasınlar, o atmosferde istedikleri bir sonuç alacaklarına ihtimal dahi vermiyorum. Bu nedenle bugün gazete sayfalarını süsleyen, “Dikkat etmek lazım”, “Rakip çetin ceviz”, “Galatasaray’ın işi zor” sözlerini umursamıyor, bugün seyir zevki yüksek bir maç olacağını düşünerek, maç saatini bekliyorum.

İstanbul’un Avrupa Yakası’nda işler böyleyken Anadolu’da da pek farklı değil… Özellikle bu tür eşleşmelerde bir de psikolojik etken olduğu düşüncesindeyim. Nasıl Federer rakiplerini tepkisizliği ve konsantrasyonuyla psikolojik olarak eziyorsa, Galatasaray, Fenerbahçe, Hamburg, Benfica gibi takımlar da gerek kadro yapıları gerekse köklü geçmişleriyle kendilerine oranla alt klasman ekipleri karşısında mücadelelere kafaca üstün başlıyorlar. Bu nedenle Sion’un da Fenerbahçe ile baş edebilecek bir güce sahip olmadığını düşüncesindeyim. Bilhassa buna İsviçre Ligi’ndeki Basel-Zürih ikilisini de katarak bir genelleme yapmak istiyorum; Savunma yapamıyorlar… Geçen sene Bellinzona, önceki sezon da Sion maçlarında gördük ki, atabiliyorlar belki ama çok ve çok gol yiyorlar. Özellikle ilk golü yediklerinde iş mahalle maçına dönüyor. Bu nedenle Fenerbahçe’nin bu yıl ki hedefleri, kurduğu kadro (bugün eksikleri dahi olsa) ve vizyonuyla sonuca ulaşacağına inanıyorum.

Fenerbahçe İsviçre’de saat 21.30’da sahaya çıkarken, Galatasaray Ali Sami Yen’de 21.45’te tur için sahaya çıkıyor. İyi seyirler Türk futbolseveri…

Kim açıklayabiliyor ki?

Bu cevap bir arkadaşımın Başkent’teki gelişmeler sonrası soruma verdiği cevap… “Nasıl bir iş bu yahu?” diyorum o da bana bunu söylüyor. Haklı da… Daha önce bu satırlarda Demirören ve Kırmızı Ferrar’si demiştik Beşiktaş için… Peki, bu Ankara’da olanlar nedir? Gökçek’in oğluna aldığı şirket gibi bir şey oldu Ankaragücü. Bu işin bir tarafı. Diğer yüzdeyse lig başlamış, aynı ilin iki takımı sebebini Ankaragücü’nün 100. yılına dayandırarak sonu ve içeriği karanlık olan bir ortaklığa girişiyor.

Sığ olacak farkındayım ama kendimi yazmaktan alıkoyamıyorum. Şimdi bu Ankaragücü’nün başarılı olamayacağı her halinden belli. Gökçek Abi, “Ankara ili şampiyon takım istiyor” falan dediğine bakmayın, bence vizyonları öncelikli olarak ligde kalmak olsun. Konuyu dağıtmadan, şimdi Ankaraspor bu birliktelik sonrası Ankaragücü’ne üç futbolcu bir de başkan gönderiyor. Evet bildiğiniz başkan. Melih Gökçek’in oğlu Ankaragücü Başkanı olacak. Ne başkan ama… Ve muhtemelen takıma karışacak, teknik direktörü evin uşağı gibi görecek… Ne de olsa patronun oğlu, olacak o kadar.

Sonra ne mi olacak? Ankaragücü bu fason işbirliğinin kurbanı olacak. Bir Uzan-İstanbulspor hikayesine dönüşecek. Ankaragücü viraneye dönerken Gökçek, “Elimizden geleni yaptık ancak halk takımına sahip çıkmadı” diyecek, Cemal Aydın, “Ankaragücü’nün layık olduğu yerlere getirmek için taşın altına elimi sokuyorum” diyecek, Cengiz Topel de “Taraftarın hayal bile edemeyeceği transferleri yaptık ancak kısa sürede yıpratılarak kulüpten uzaklaştırıldık” diyecek. Biliyorum bu bir komplo teorisi… Ancak iyi ve gerçekçi bir senaryo…

Bu arada güç birliğine girişen Ankaraspor ve Ankaragücü arasında nasıl bir ilişki olacak çok ama çok merak ediyorum. Mesela Rubens-Schumacher gibi bir ilişkileri mi olacak? Ankaragücü gerideyken Ankaraspor ona yol mu verecek? Veya düşme hattındaki bir takımla oynayan Ankaraspor, hemşehrileri için ekstra motive mi olacak? Şu lig 10’uncu haftayı bir devirsin de akla karayı o zaman göreceğiz…

18 Ağustos 2009 Salı

Yine mi?

Çok git-gel oldu. Biraz abartı olacak ancak, girdiğim haber kadar da geri dönüş postu vardır blogda... Yaklaşık 10 tane blogu her gün ama her gün takip edebiliyorum. Yeri geliyor, yorum yazıyorum. Kısacası kendi blogum hariç diğerleriyle ilgilenebiliyorum. Sonra Habertürk'e belli aralıklarla yazılar yazabiliyorum. Eş-dost farklı konseptlerdeki dergilerine yazı istediğinde onları da kırmıyorum. Sonra da arkadaş sohbetinde laf bloglardan açılıp, söz kendi blogumuza gelince de "vaktim yok" geyiği yapıyorum. Bir müddettir (ki bu müddet iki ay) futboldan haber veremiyoruz. Biliyorum bu takip edenler için büyük bir eksiklik değil, (sanıyorum ki bir ara yakaladığım düzenli 10 takipçim artık yok!) ancak bu blogu kendime karşı olan sorumluluğumla ilintililendiriyor, eskisi gibi olmaya karar verdiğimi bilmenizi istiyorum. Bundan sonra belki çok daha az vaktim olacak ama bundan böyle o kısıtlı vakitleri muhakkak bu kişisel sorumluluk alanıma da ayıracağım. Kimse benden bir haber beklemese de, kimse blogumu bilmese de... Dedim ya; bu iş artık bir kişisel bir mesele... Lütfen siz karışmayın... Yeni yayın döneminde iyi okumalar diliyorum, calciomesso takipçileri...