30 Ekim 2009 Cuma

Adalet...

Türkiye’de değil taraftar olmak; futbola sempati duymak ne kadar doğru bugünkü kararlardan sonra tekrar düşünmeli…

Bundan iki sene öncesine gidelim; Sami Yen’e şampiyon gelen Fenerbahçe maç boyunca tribünden atılan su şişeleri aracılığıyla gerçekleştirilen saldırıya maruz kalıyor… Bu yaşananlar sonrasında Galatasaray beş maçlık seyircisiz oynama cezasına çarptırılıyor.


Tarih 25 Ekim 2009… Bu kez kapışma Kadıköy’de… Maç başlamadan hakemin kafası Fenerbahçe tribününden atılan maddeyle yarılıyor. Kan revan içerisinde soyunma odasına alınıyor ve bu durum mücadelenin 15 dakika geç başlamasına sebebiyet veriyor.


Isınma hareketleri sonrasında soyunma odasına dönen Galatasaraylı futbolcular bu kez nasibini alıyor su şişelerinden… Keweell’ın hemen ayağının dibine düşüyor bir başka pet şişe…


Volkan’ın dediği gibi böyle şeyler sadece Sami Yen’de olmuyormuş diyoruz kendi kendimize. Aslında biliyoruz sadece futbolun Avrupa Yakası’nda olmadığını. Sadece onaylıyoruz düşüncelerimizi... Derken bu sırada sahaya atılan maddelerden bir diğer Keita’nın kafasına isabet ediyor… Oyuncu kısa süren müdahalenin ardından pet şişeyi gözlemciye götürüyor.

Kadıköy’de pet şişe ve küfür devam ederken, bir kameraman meslektaşının yaralandığını gösteriyor. O sırada kameramana Fenerbahçe doktorları müdahale ediyor…


Sonra bir diğer pozisyonda Servet ile Kazım’ın sağ taç çizgisindeki mücadelelerine tribünden bir de pet şişe ekleniyor…

Arkadaş diyorum biz atmıyoruz da biz mi yanlış yapıyoruz. Neden mi? Bakın PFDK ne ceza lütfetmiş…

Fenerbahçe Spor Kulübü’nün, 25.10.2009 tarihinde oynanan Fenerbahçe - Galatasaray A.Ş. Turkcell Süper Lig futbol müsabakasında, taraftarlarının neden olduğu saha olayları nedeniyle takdiren 2 resmi müsabakayı kendi sahasında seyircisiz oynama cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir…


İki olay elbette birbirinden farklı. Ali Sami Yen’de neredeyse aralıksız atıldı su şişeleri. Ama arada da 3 maçlık bir fark yok! Eminim içim rahat. Demek ki bundan böyle su şişesi atacaksak Anadolu Yakası’na gitmek daha mantıklı.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Son cümleler...

Kadıköy mağlubiyeti sonrası espri ve alay sağanağı bir hafta götürüyor Fenerbahçeliler’i… Keza bu furyanın ekmeğini gazetelerde yiyor. Kimi eksi futbolcuları kimiyse siyaset ve ekonomi yazan köşe yazarlarını taşıyor spor sayfalarına…

Evet… Fenerbahçe 10 yıldır Galatasaray’a Kadıköy’de üç puanı bir arada göstermiyor. Ancak aynı Fenerbahçe bu kadar süre içerisinde Galatasaray kadar da şampiyonluk sevinci yaşayamıyor. Daum hamlesi işte tam da bu konuda devrede. Demirkol veya Meleke’den çakma yorum yapmayacağım ancak; dikkatten kaçmaması gereken bir konu var. Sanki Fenerbahçe taraftarı Avrupa’da vizyonsuzluğa alıştırılıyor gibi… Türkiye’de ise zaten ligin en iyi halinde bile iki rkaibi varken şampiyonluk erişilemez bir başarı gibi gösteriliyor. Galatasaray maçları öncesi ve sonrası marketing çalışmaları bir tarafa taraftara verilen mesajlar da biraz bu düşüncelerin ürünü gibi gösteriliyor. Aslında biraz da yavan bir hal alıyor muhabbet. Zira takımın Başkanı da farklı bir vaatle seçilmedi bu yıl; o da Türkiye Ligi’nde şampiyonluk sözü vererek seçildi…

Galatasaray-Fenerbahçe maçları elbette özel… Öyle ki kazanan bir hafta mutlu uyurken diğer taraf her yalnız kaldığında derbi pozisyonlarını ve mağlubiyeti hatırlıyor (tecrübeyle sabit). Artık anladık ki Fenerbahçe oyuncusu Galatasaray maçına 20 dakika kala stadyuma gelse farklı oynayacak, takımına ekstra katı kazandıracak. Boş kaleye gol atarken ter döken Güiza’nın topukla gol atması yazdırıyor bu satırları. Espri bir yana geçen yıldan Selçuk geliyor aklıma. Daha ona benzer bir ön direk golü görmedim.

Rakip Galatasaray ise her zaman gergin geliyor maça… Önceki yıllarda maç öncesi Ata Demirer’in Florya’da stand-up show yaptığını hatırlıyorum… Ancak o da kar etmiyor. Anadolu takımları sezon öncesi İstanbul maçlarına direkt çizik atar ya sanırım Galatasaray oyuncusu da çok tırmalamıyor kazanmak için. Bana öyle geliyor. Arda’nın linç edilmesine katılmıyorum ancak çok ciddi anlamda mevki ayırdığını düşünüyorum. Hani küçük bir çocuğu pahalı değil de ucuz bir oyuncak alırsınız ancak; aklı diğerinde kalır ya. Öyle bir hali var… Biraz geniş çapta düşünmesi gerekiyor. Elano’nun takıma uyum sağlayamadığını bugün bakkaldan sakız alan çocuk dahi biliyor. Ancak Elano hem yüksek bir bedel ödenerek alınan bir oyuncu hem de her ne olursa olsun kaliteli bir isim. O’nu oynatmayarak kaybetmek çok kolay. Ancak ısrarla kadroda tutmak hem moralini hem de arkadaşlarıyla uyumunu artıracaktır. Ancak onun oynaması için Arda’nın sola geçmesi gerekiyor. Bu nedenle son iki yıldır solda harikalar yaratan Arda’nın bugünkü performansına akıl sır erdirmek mümkün değil.

Hakan Balta ise artık bana nefret verdi. Sakatlığının geçmemiş olmasına imkan yok! Bu kadar uzun sürede kırık iyileşiyor. Formsuzluk diyemiyorum bugünkü haline. Güçsüz... Geçen yıl kadroya ilk onun ismi yazılırken bu yıl nasıl oldu da böyle bir çöküş yaşadı sanırım genel değil bireysel bir bakımsızlık söz konusu… Hakan gibi bir profesyonelden bu denli bir düşüş kabul edilemez geliyor bana… Bugün rakip sağ kanatta ben olsam ben bile bir iki kez arkaya kaçar top alırım gibi…

Derbi etkisinden sıyırıyorum blogu… Her Kadıköy’ün bir de Sami Yen’i vardır derler ya! Biz de elde çare yok Mecidiyeköy kapışmasını bekleyeceğiz.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Perde...

Volkan: Küfür ve şiddet sadece Sami Yen'de oluyor

Maçı başında hakemin başının yarılması, maç içerisinde Keita’ya atılan su ve kameraların çek(e)mediği dakikalar… Hani bu sahneler sadece Ali Sami Yen’de oluyormuş ya! Kadıköy’de şiddet ve küfür yokmuş ya! Körün gözüne parmak böyle sokulur…

Fenerbahçe - Galatasaray: 3-1

Dünyanın en büyük derbilerinde ilk beşte gösterilen Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinde yılın ilk oyunu Kadıköy’de sahnelendi. Ve bu zorlu deplasmandan dokuz yıldır galibiyet çıkaramayan Galatasaray, bir kez daha evine puansız döndü.

Galatasaray taraftarı sezon öncesi teknik ekip ve oyuncu transferleri sonrasında büyük beklentilerle girdi 2009-20019 sezonuna. Kadıköy’de alınacak bir galibiyette bu beklentilere dahildi. Ancak daha önce de yazdığım gibi sezon başındaki olağanüstü form, rakibin aynı düzeydeki performansıyla birlikte kursaklarda kaldı.

Kadıköy’deki maç Galatasaray için bu açıdan önemliydi. Zira hedeflere bir geri dönüş olacaktı, tazelenecekti… 2000’li yılların Galatasaray’ına benzetilen (başarı beklentileri açısından) takımın Kadıköy’de alacağı bir galibiyet inançları perçinleyecekti. Ancak yukarıda da ifade ettiğim gibi bu yıl da Sarı-Kırmızılılar Florya’ya döndüğünde kutlamalarla değil, karanlık tesisle karşılaştı…

Psikolojik etken çok büyük farkla Fenerbahçe’nin elinde. Buna bir de oyun yapısının zıtlığını eklediğimizde ortaya sürpriz sonuçtan ziyade favorinin kazanma olasılığının yükseldiği bir maç çıkıyor… Bu açıdan Fenerbahçe yine bir adım önde başladı derbiye. Maç öncesi gerginlik Sarı-Lacivertliler’in motivasyonuna olumlu etkisi açısından ‘cabası’ oldu…

Maçın teknik analizini Baros oyun dışı kalmasaydı daha doğru ifadelerle yapabilirdik. Ancak Kadıköy’de sistemin, taktiğin ve takım organizasyonun çöpe gitmesi Baros’un oyundan çıkmasıyla vukuu buldu. Nonda ile Baros çok farklı özelliklere sahip. Forvet mevkiinde 15 numaraya yer verilmesi takımdaki birçok bileşenin konsolide halde bir taktiğe dönüşmesi anlamına geliyor… Elano ile başlanması, Arda’nın solda olması ve Ayhan’ın aktif hücum futbolu tamamen 15 numaralı oyuncunun özellikleriyle etkileşimli Galatasaray’da. Sezon başından bu yana bu şekilde oynadı takım. Kadıköy’de de aynı mental yapıyla çıkıldı sahaya… Hafta boyunca buna göre hazırlıklar buna göre taktik idmanlar yapıldı. Ancak Baros’un sakatlanması muhtemelen tüm planları alt-üst etti. Nonda elbette kötü bir oyuncu değil, istatistikleri de gösteriyor takım için ne denli önemli olduğunu lakin; hücum pres ve araya koşular açısından, daha da önemlisi sistem açısından 11 değil; kenar oyuncusudur an itibarıyla… İşte o sihirli değişim; Fenerbahçe’ye ummadığı bir pas kanalı açtı maçın başında. Savunmacılar tahmin ettiklerinden daha rahat çıktılar 1’nci bölgeden…


Maç boyunca bu rahatlık Fenerbahçe’ye oyun kontrolünün ve temponun anahtarını verdi. Bunun yanına Arda, Elano ve Keita’nın silik oyunu da eklenince, bekler ve orta alan destekçileri maçın ilk 35 dakikasında tüm enerjilerini hücuma harcadı. Ve o süre içerisinde de gol geldi…

Daum, Türkiye’de derbi yaklaşımını ve Anadolu’dan alınacak puan dengesini çok iyi biliyor. Bu coğrafyadaki kariyeri bize bunu veriyor zaten. Rakibi de çok iyi tanıyor. Bu nedenle bugüne dek olduğu gibi takımın agresif başlangıcı Daum’un bir sistem hamlesiydi. Ve önceki yıllarda olduğu gibi dün de galibiyete dönüştü…

Maçın hikayesi öncesinde aslında. Bu sahada biraz gergin oluyor Sarı-Kırmızılılar ve bu da zihnen üstünlüğünün Fenerbahçe’ye geçmesine neden oluyor… Zira taraftar ve önceki yıllara dayanan üstünlük Fenerbahçe’nin elinde ve bu rakip karşısında strese kapılmamalarına, bir adım önde başlamalarını sağlıyor…

Galatasaray’da ilk iki golün de bireysel hatalardan gelmesi üzüntü verici. Ancak 2’nci golün hemen ardından gelen Hakan’ın sayısı tekrar hayata döndürdü takımı… Sonrasında Arda’nın alınışıysa sonuna dek doğruydu kanımca. Zira genç kaptanın ortada oynamadığında verdiği katkı yarı yarıya düşüyor… Dün de öyle oldu. Elano sonrası bir türlü eski formuna yaklaşamıyor. Ancak unutulmamalı ki dünyanın hiçbir takımında böyle bir yapı yok! Arda da artık hücum hattının her alanında aynı seviyede oynamalı. Geçen yıl soldan ortaya geçtiğinde solu tercih ettiğini söylemiş, bu yıl ise ortada devam etmek istediğini açıklamıştı. Bu biraz profesyonelliğe aykırı geliyor bana…

Oyundan alınma sebebi, soldan akın geliştirme görevini aksatmasıyla alakalı. Zira oyundan çıkmadan önceki çeyrek saatlik periyotta tamamen ortadan top getirme çabasına girişti. Ve kaybedilen her top, tehlikeli rakip akınlara dönüştü…

Maçın kırılma anı Keita’nın kırmızı kartı. Afrika ve Güney Amerika kökenli oyuncular bazen bu fevri davranışlara imza atabiliyor. Bu açıdan biraz rehabilite edilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Vakti olacaktır, en az iki hafta tribünde çekirdek eşliğinde seyredecek maçları…

Derbi geride kaldı. Galatasaray için üç puan kadar Baros – Keita eksikliği baş ağrıtıyordur. Üstüne Arda-Elano uyumsuzluğu da uyku kaçıracak cinsten. Ancak fikstür bir nebze nefes aldıracaktır Sarı-Kırmızılılar’a…

Fenerbahçe ise bir yandan keyifle süreceği haftayı diğer yandan tedirgin geçirecek. Maç öncesi ve esnasında olanlar muhtemelen taraftarlara iki maçı evlerinden seyretme zorunluluğu getirecek…

Çok maç görüldü buna benzer… Hatta şampiyonluk yaşadığı yıllarda yıkıcı olan çok mağlubiyet aldı Galatasaray Kadıköy’de… Bu nedenle karalara bağlamak anlamsız olacaktır. Ancak öndeki 3 hafta alınan sonuçlar ve rakibin formu açısından çok kritik. Muhtemelen bu üç maça Baros-Keita’sız çıkacaklar. Alınacak üç galibiyetin sonrasındaysa fikstürün gülen yüzü Galatasaray’a dönecek… Ritim bulan bir Galatasaray, kazanarak rakiplerinin puan kaybetmesini bekleyecek… Az hata yapan da İstanbul’u şampiyonluk kupasıyla üstü açık bir otobüste gezen taraf olacak zaten…

23 Ekim 2009 Cuma

Şimdi derbiyi düşünme vakti!

Dünkü maçın başlamasına kısa bir süre kala uluslararası ve yerel basına tekrar göz attım. Amacım güç dengesini tekrar değerlendirmek ve sahadaki futbol adına hüküm yürütmekti. Bükreş’in Avrupa Ligi’ndeki bir maçı 90 dakika diğeriniyse geniş özet sayesinde izleme fırsatı yakalamıştım. Özellikle Panathinaikos maçı fikir vericiydi. Takımın en büyük kozu topa yaptıkları baskıydı… Dün de bu konuda kısmen de olsa pasajlar izledik sahada. Ancak izlediğimiz, dikkatimizi cezbeden bir konu daha vardı Ali Sami Yen’de… O da Galatasaray’ın rakibine göre hiç yoksa iki gömlek üstün olduğuydu…

Son dönemde alınan puan kayıpları camiayı biraz telaşa vermişti. Biraz da basının kopardığı yaygarayla herkes Galatasaray’a ne oldu, ne olacak düşüncelerine kapılmıştı. Özellikle Ankaragücü maçı sonrasında neler yazıldığını ve söylendiğini bir yazıyla anlatmış korkulacak bir durum olmadığını belirtmiştim. Bunu yazarken temel düşüncem Galatasaray’ın oynadığı futbol, teknik ekip ve oyuncu kalitesiydi…

Dün bir kez daha şahit olduk ki Galatasaray oyuncu kadrosu büyük bir potansiyel taşıyor. Özellikle sağ kanat rakibin önceki günden uykularını kaçırıyordur. Dün de Bükreş’in sol bekini futboldan soğuttu Keita ve Sabri ikilisi…

Özellikle Keita’ya bir paragraf açmalı… Son yıllarda Türk takımlarında böyle bir kanat oyuncusu seyrettiğimi hatırlamıyorum… Keita özel bir futbolcu. Kimi kanat oyuncusu Kewell gibi çizgi yerine içeri kat ederek, oynar ve ara paslarıyla etkili olur. Keita ise aksine sıfıra kadar iniyor. Rakibinin üstüne üstüne gidiyor. Ve muhtemelen de rakipten hızlı olduğu için sürati ve çabukluğuyla oyuncuyu ekarte etmeyi başarıyor…

Dünkü maçta 3-0 ve rotasyona kadar bir değerlendirilme yapmak lazım… Zira o andan itibaren hem değişiklikler hem de oyuncuların düşünceleri hafta sonuna kaydı… Haklı olarak elbette…

Nasıl düşünmeyecekler ki? Son yıllarda muazzam bir Fenerbahçe üstünlüğü var derbide. Bu durum şüphesiz oyuncular üzerinde yoğun baskıya neden oluyordur. Ancak bunu atlatabilecekleri bir dönemdeyiz. Bunda hem sistemin hem de oyuncu kadrosunun büyük etkisi var. Son dönemde bu kadar potansiyel bir kadro kurulmamıştı. Teknik ekibi de göz ardı etmemek lazım… Zira onlar Real Madrid-Barcelona, Almanya-Hollanda maçları görmüş adamlar… Bu gibi atmosferleri çok yaşadıklarına şüphe yok…

Sistemin belli olduğu bir maçta fark psikolojik olarak yakalanacaktır. Bu da son yıllarda alınan skorlarla birlikte Sarı-Lacivertliler’in elindeydi… Onlar da dün eksik olmalarına rağmen kazanarak gruptaki iddialarını sürdürmeyi başardılar.

Gruptan iki takımın da çıkacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok! Ancak Pazar günkü maç için avantaj/dezavantaj için hiçbir şey söyleyemiyorum. Klasiktir ya; derbinin favorisi olmaz. Ancak adım hesabıyla Fenerbahçe kendi sahasında sanki bir adım önde gibi… Dahası Pazar günü Kadıköy’de…

21 Ekim 2009 Çarşamba

Kinder Sürpriz...

Bunca yıldır seyrediyorum, aynı günde bu kadar sürpriz olduğunu hatırlamıyorum. Koskoca programda sadece bir iki favori kazandı… Biri Fiorentina, diğeri Olympiakos ki o da son dakikada kazandı…

Herhalde sözün bittiği yer Nou Camp’taki maç… Daha öncelerde de yazdığım yazılarda kısaca değinmiştim, bu sene geçen seneki temponun yanından dahi geçemiyorlar. Ağır ağır, aheste aheste, oynuyorlar. Tamam top yüzdenin şaşırtıcı bir dilimiyle ayaklarında kalıyor ancak; posiyon üretme ve pozisyonları gole çevirme konusunda geçen sezonun çok ama çok gerisindeler. Gerçi maçı Star TV’nin lanet olası tasarrufundan ötürü seyredemedik fakat; her ne olursa olsun Dinamo Kiev karşısında 20 dakikalık baskıda üç yiyen takıma iki gol atamadılarsa her şeyin yolunda olmadığını söyleyebiliriz sanırım…

Az Alkmaar konusunda da gelişmeleri FD’den okuyorduk. Puan tablosundaki yerleri de cabası. Arsenal ise bu yıl henüz mağlubiyet yüzü görmediği gibi hücum konusundaki derinlikleriyle maçın uzak ara favorisi olarak çıktılar Hollanda’da sahaya… Ancak, onlar da son dakikada yıkıldı.

Ve müthiş bir dram… Anfield Road… Önde girilen maçı son çeyrekte kaybetmek nedir biz de biliyoruz. İlk aklıma gelen Hamburg maçımız… Neyse Pool yine kazanamadı. Haftasonunda balona kurban gittiler bu kez de Gerard’dan oldular. Sakatlanıp oyundan çıkmış…

Son olarak da İskoçya’ya gidiyoruz… Rangers bana kalırsa programın en garanti maçlarından bir tanesiydi gün içinde. Zira hayatında üçüncü kez Şampiyonlar Ligi’nde oynayan bir takımdan bahsediyoruz. Henüz telaffuzunda bile problem yaşıyoruz o derece… Onlar da kendi evinde süpürge oldu… Kendi sahalarında öne geçip dört gol yemek ne demektir? Üstelik golü bulunabilecek en güzel dakikada bulmuşken; 2’nci dakikada…

Bugün neler olur diye biraz form durumlarına göz attıktan sonra bir şeyler karalayacağız. Zira öyle ayaküstü yazılacak gibi değil bugünkü skorlardan sonra…

16 Ekim 2009 Cuma

15 Ekim 2009 Perşembe

Sonrası...

Fatih Terim’in attığı adımın olay olduğu bir futbol var Türkiye’de… Ali Sami Yen semalarındaki günlerini düşünün, gidişini, geri gelişini, Milli Takım performanslarını… Her biri kendi içerisinde ayrı bir olaydı…

Bursa maçıyla Fatih Terim’in ikinci denemelerinden bir diğeri de hüsran ile sona erdi. Peki, Euro 2008? Her şey güzeldi… Fantastikti… Ancak o gün de bir sistem yoktu takımda göze çarpan, deplasmandaki Bosna maçında da içerdeki Belçika maçında da… Bunun yanında takıma ne genç oyuncu adaptasyonu yapıldı ne de tercihler doğruydu…

Fatih Terim Milli Takım antrenörü olacak bir çağda değil. Zira aktif olmayı, mutfağa da girmeyi seviyor futbolda. Bunu Galatasaray’da denedi sonu hüsran oldu. Biraz Milan’da el atmaya çalıştı, sonuç yine aynıydı. Son olarak Türkiye Futbol Federasyonu yeni bir tanım yarat onun içinı; Milli Takımlar Sorumlusu diye… Kısacası A’dan Z’ye tüm alt takımları Terim’e bağladı. Burada da olmadı. Ümit Milli Takım ve U19 sürünüyor…

Sonuç olarak bugün görevinden istifa ederek yeni heyecanlara yelken açmak üzere kenara çekildi. Muhtemelen sezon sonuna kadar da dinlenecektir.

Peki, sonrası? İşte o dönemi karanlık görenlerdenim ben de… Zira Terim kendisini bir Capello gibi görüyor (Capello dememin sebebi; gittiği her takımla şampiyonluk yaşaması)… Ya da bir Mourinho (bunun sebebi de hem başarı hem de karizma)… Tamam, belki insanlar yurt dışında da Terim dendiği zaman tanıyorlar onu ancak o henüz kendini tanımıyor. Daha doğrusu kendi zihninde tasavvur ettiği Terim ile gerçek Terim arasında büyük farklar var. Zira biz Fiorentina’daki, 96-00’de Galatasaray’daki Terim’i görmek istiyoruz. Hani şu saçlarını sağa yatıran, montun kollarını sıvayan daha da doğrusu aklını daha çok futbola yoran adamı istiyoruz. Siyah takım elbisenin altına kahverengi mi gider siyah mı diye düşünen Terim’in neler yaptığı Milan kariyerinden itibaren ortada. Kendisi de hala orada zaten.

Yapılan tüm olumsuz eleştiriler veya düzülen methiyeler Türk insanındaki Terim hayranlığı konusunda bir artı adım sağlamaz. Zira bu ülke insanı Terim’i seviyor. Bu ülke çocukları Terim’i örnek alıyor. Bu toprakların futbolcusu ileride Terim gibi bir antrenör olmanın hayallerini kuruyor. Ancak böylesine bir güven ortamında istediklerini yapamıyor kendisi. Sebebi de aklının futbolda olmaması.

Bugünkü şartlar altında Terim’den büyük takım transferi beklemek hata olur kanımca. Zira o da farkında olmalı ki Türkiye’de takım çalıştırma mevzusunda kapıyı açıverdi aniden… Ancak Terim’in kariyeri bir Türkiye başarısızlığı daha kaldırmaz.

12 Ekim 2009 Pazartesi

İstikrar!

Rüyanın sonu falan demenin anlamı yok! Zira kuralar çekildiğinde çıkmamız için öyle rüyalara yatmamıza falan gerek yoktu. Durumu bir rüyaya çevirdik. Gazeteye yazdığım dönemde Belçika maçı sonrası yazdıklarım hem dün gibi aklımda hem de arşivimde duruyor. Şöyle demişim; “Umarım bu puanları aramayız. Gerçi grubun son durumu da bir tarafa insan evinde oynadı mı kazanmak istiyor.”

Hangi maçlarda hangi puanlara yanalım bilemedim. İspanya maçına mı Estonya maçına mı? Belçika maçına mı, Bosna maçına mı? Hangisini seçerseniz seçin, aynı kapıya çıkıyor tüm sonuç. Zira bu grupta bu duruma düşmek ayrı bir yetenek işidir. İşi sadece futbol oynamak olan bir takım olsaydık bu kadar kaliteli bir jenerasyonu yakalamışken böyle bir tabloya imza atamazdık.

Ancak biz yine kronik hastalığımıza yakalandık… İnce hesaplaşmaların olduğu, anlamsız gerilimlerin yaşandığı ve her şeyden önemlisi halen bir sistemi olmayan bir takımız biz, kabul etmeli ve görmezden gelinmemeli artık...

Kadro seçimi konusunda tutarsızlık olduğu tartışmasız… Bunu sadece son Tekke olaylarına bağlamıyorum ancak; İsmail’in İ’sini görememişken Beşiktaş transferi sonrası kadroya dahil etmek bir mantığın ürünü değildir bana göre. Sonra hücum hattında Nihat ısrarı, mantık doğrultusunda açıklanabilecek bir durum değildir. Esas adam haline getirilen ve sakatken, hastayken, gerginken, formsuzken kısacası en ufak bir şekilde bir parıltısı yokken Emre’den vazgeçmemek anlaşılacak bir durum değildir… Sonra yardımcı antrenörlerin bu kadar pasif adamlardan seçilmesi nasıl bir doğrudur acaba? Zira bu adamların tek fonksiyonu, Terim’in koltuğunu silmektir o kadar…

Belçika maçı hakkında analiz yapan, yorumda bulunan dipsiz kuyuya taş atar… Üstelik bunu yapan adamlar bu kez taşın suya batmasını duyamazlar. Çünkü o kuyunun suyu iyiden iyiye çekilmiş ve kurumaya yüz tutmuştur. Elbette bence.

Türk halkı eminim ki üzülmüştür bu duruma. Ancak kahrolacağız. Ne zaman mı? 2010’daki maçları izlerken. Ne zaman mı? O maçlarla Avrupa Şampiyonası’nın özdeşleştirirken. Ne zaman mı? Seyretmemiz muhtemel Bosna’yı Vuvuzela eşliğinde seyrederken…

Bir Milli Takım’ın istikrar yakaladığı tek konu her iki turnuvadan bir tanesine gitmesiyse ortada bir sorun var demektir… Terim’in istifasının neleri değiştireceğini, yeni gelen hocadan sonra yorumlamak daha doğru olacak şüphesiz…

Ayrıca bir Terim profili de yazmak istiyorum; son yıllarda yaptığı yanlışlar, bir türlü bitiremediği hesaplaşmalar ve var olduğu düşünülen yetenekleri…

8 Ekim 2009 Perşembe

Yavuz hırsız!

Fotoğraf www.ankaraspor.com.tr sitesini tıkladığınızda karşılıyor sizi... Bu mevzuda başlıktan ötesi yok! Konu Melih Gökçek olunca böyle absürdlüklere çok da şaşırası gelmiyor insanın...

Ceketi alır giderim aga!

Bazı hikayeler uzadıkça sıkıcı hal alıyor. Roberto Carlos mevzusu da buna bir örnek. Geldiği sezonu bir kenara itersek; kalan bölümde İstanbul’un tadını çıkartıyor. Yaşı çabukluğunu alıp götürdüğü gibi hırsını ve oynama isteğini de götürdü. Ne eskisi gibi kademelere giriyor ne de açığın çimlerini eskitiyor. Carlos’u Carlos yapan özelliklerini seyredemiyoruz son dönemde. Daum’dan başkası kesebilir miydi emin değilim… Kesildikten sonra daha bir anlaşıldı etkisizliği. Wederson daha iyi, Carlos kötü demekten ziyade sahadaki varlığının eskilerin çok ama çok gerisinde olduğunu vurgulamak istiyorum.

Kendisini muhtemelen Ocak ayı itibarıyla Brezilya’da izleyeceğiz… En azından İspanya basınında kendi dilinden çıkan ifadeler bu yönde. Kaldı ki Sheriff maçının ardından da buna benzer şeyler söylemişliği var. Bir bomba daha dolanıyor ki bugün, çok manidar: Real’de altı ay bedava oynarım… Real elbette geri almak istemeyecektir ancak; bu bağlılık mıdır, düşen profile suni tenefüs müdür bilemedim…

Bir savunma ancak bu kadar güzel olabilir

“PFDK, Ankaraspor’u Ankaragücü ile anlaşmalı maç oynama olasılığı mantığından yola çıkarak küme düşürüyor. Ben size birkaç ayaklı şike ihbarında bulunacağım. Belediye Başkanı olarak unumu Gençlerbirliği’nin başkanı İlhan Cavcav’dan alıyorum. Yani ticari ilişkim var. Hacettepe Başkanı Turgay Kalemci, belediyeye kat karşılığı inşaat yapıyor. F.Bahçe Başkan Vekili Nihat Özdemir de bizim metro projelerinden birini yapıyor. Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören de Ankara’daki gaz istasyonlarına ilişkin sıkıntılarını belediyede bana gelip çözüyor. Bakın bu durumda diğer takımlarla da ilişkimiz ortada” dedi.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Saatin doğru gösterdiği an!

Benim için bir ilk olma özelliği taşıyor, lig ortası ligden düşürülme… Dün Tahkim Kurulu kararını verdi. Ve Ankaraspor, Ağustos 2010’a dek kepenkleri kapattı. Tüm oyuncularıyla, tüm personeliyle, başkanıyla ve daha da önemlisi soru işaretleriyle…

Yapılanlar konusunda iki yazı yazdım. Yakın bir şey yazdım burada… Aklın mantığın desteklediği bir durum değildi bunlar. Cahil cesaretidir demişim vakti zamanında. Çünkü lig başlamış, fikstürler çekilmiş, transfer sezonunsa sonuna bir elin beş parmağından az vakit kalmıştı…

Üç kafadar… Affedersiniz, üç başkan, Ankara’nın üç futbol büyüğü, Ankara’nın üç kuvvetlisi… Toplantının amacı Ankaragücü’nün akıbetiydi. Başrolde ise Melih Gökçek vardı. Derdi Ankaragücü olan adam Ankaraspor’u işe karıştırmadan, oğlunu bulaştırmadan da yardım edebilirdi. Sus pay mı verdi, sonraki başkanlık için diğer ikilinin yakınlarına mı vesayet verdi bilmiyorum. Ama nasıl olduysa toplantı sonunda bu üçlü birlik mesajı verdi ve futbola karışan o kara elleri havada buluştu.

Ankaragücü’nün ortalama üzerine çıktığı bir sezonu hatırlamıyorum yakın tarihte. Ya düşme hattında ya da orta sırada heyecan peşinde takıldı. Büyüklere mütemadiyen zorluk çıkarmadan, yoluna devam etti. Yalan yok! Çok etli sütlüyle işi de olmadı hani. Cengiz Topel Yıldırım diye bir adam çıktı sonra. Mevcut oyuncuların önceki yıllardan alacağı bulunurken Vassell’in peşine düşüverdi. Tuttuğunu kopardı. Bir ayda… Zaten başka bir gelişme de olmadı Ankara’nın Sarı-Lacivert takımında. Akabinde kriz söylemleri çıktı ortaya. Tasfiye, Olağanüstü genel kurul, istifa derken ortaya Gökçek ve Aydın çıkıverdi. Aydın, kulübün halen Süper Lig’de yarışıyorsa Ankaralı’nın yatıp kalkıp dua etmesi gereken bir adam. Yanlış anlamayın, saha içi hizmetleriyle değil, saha dışındaki gölgesiyle… Öyle ya da böyle bazı şeyleri iyi yaptığı açık… Neyse bu ikili bir yemek ayarladı. Hesapları Ankaragücü’ydü ya! Kurtaracaklardı ya! 100’üncü yılında şampiyonluğa oynayan takım çıkaracaklardı ya! Onun için. Sonra sömürge ülkesi gibi paylaşıverdiler rolleri. Birisi artık tek forsu olan Ankaragücü’nün tekrar güçlenmesini istiyordu. Diğeri pabucun pahalı olduğunu anlayıp, en az zararla kurtulmak istiyordu. Öteki ise oğluna kıyak bir iş arıyordu… Bu üçlü ortak bir nokta buluverdi. O nokta Ankaragücü’ydü…

Çok sevgili futbol adamı Ahmet Gökçek Ankaraspor’daki Futbol Şube Sorumlusu görevinden Ankaragücü’nün başarısı için fedakarlık yaparak istifa edecekti. İstifa ederken de yine Ankaragücü’nün selayeti için birkaç futbolcuyu yanında götürüyordu…

Ve kilit nokta. Olayların buraya gelmesine neden olan, karanlıkta görülen hesabın tek aydınlık köşesi verdi yanlışın adresini… Gökçek’in dile getirdiği ifade şöyleydi; "Ankaragücü'nün 100. yılında Ankara halkı şampiyonluk bekliyor. Biz tüm güçlerimizi birleştirmeliydik ve bugün bu yüzden biraraya geldik. Ankara'ya şampiyon bir takım nasıl kazandırırız diye bugün görüşmelerimizi yaptık. 100. yıla yakışan bir takım yapacağız. Ankaragücü Kulübü için büyük bir stat projemiz var. Ankaraspor ile ilgili olarak da yeni bir yol izlenecek. Ancak önemli olan şu anda Ankaragücü. Ankaraspor için sezon sonunu bekleyeceğiz. Öncelikle tüm imkanlarımızı Ankaragücü için seferber edeceğiz. Bu yıl hazırlık dönemimiz. Gelecek yıl asıl Ankaragücü'nü göstereceğiz. Ben ve diğer arkadaşlarımız Ankaragücü için elimizden geleni yapacağız. Taraftarlarımızın istediği şampiyonluğu yaşatacağız…”

İşte bu sözler Ankaraspor Başkanı’na ait. Her şeyin bu kadar alenen yapılması sonu hazırladı Ankaraspor için… Gökçek’in siyasi gücünün futbolda sökmeyeceği dünkü onanan cezayla gözler önüne serildi. Amacım TFF rüzgarı yapmak değil; ancak duran saat bile günde bir kez doğruyu gösteriyor işte!

Bozuk saat dedik ya; bozukluğu şundan ötürü kaynaklanıyor. Şimdi o kadar çok konunun üstü açık ki hangisinden başlamalı bilemedim. İlki futbolcular, teknik ekip ve personel olsun… Federasyon oyunculara ve teknik ekibe 15 günlük bir süre tanıdı transferleri için. Ancak kim bilir bu oyunculardan kaçının talibi çıkacak? Talibi çıkmayanlar nasıl bir yol izleyecek? Takım bulan oyuncular kazandıkları ücretlere göre planladıkları hayatı nasıl şekillendirecek? Yeni takımında da aynı parayı alabilecek mi? Sonra personel bir yıl boyunca geliri olmayan bir işletmeden nasıl çalışacak. Belediye bünyesinde gözüken personel, çalışmadan devlet bütçesinden ücret mi alacak? İlk aklıma gelen sorular bunlar.

Sonra; Ankaraspor iki sezon sonra Süper Lig’e çıkarsa –ki Melih Gökçek’i biraz tanıyorsak, bu durum şaşırtıcı olmayacaktır- yine rekabet yapısı zedelenmeyecek mi? Ters hesapla, Ankaragücü bu yıl düşerse veya bir şekilde Bank Asya 1’inci Lig’de buluşurlarsa aynı şekilde rekabet yapısı zarar görmeyecek mi?

Soru listesini uzatmak hiç de zor değil. Ancak takıldığım esas konu son soru… TFF de bu konuya bir cevap vermiş aynen Hukuktan Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Yunus Egemenoğlu’nun ifadelerine yer veriyorum; “Yönetimde düzelme olmaması halinde, gelecek sezon Bank Asya 1. Lig'de yer alacak olan Ankaraspor o sezonun sonunda hak etmesi halinde bile Turkcell Süper Lig'e çıkamayacak. Aynı şekilde Ankaragücü de düşerse iki kulübün aynı ligde oynatılmaması sağlanacak. Nasıl olacak merak ediyorum… Allah’ın sopası yok derler! Ah bir Ankaragücü düşmüyor mu? Kepazeliği seyredin o zaman. Son haftalar nasıl geçecek acaba?

Sözün özü; belediye takımlarına zaten ifrit oluyorum. Anlamsız geliyor. Aynı destek semt takımlarına veya kent takımına verilse bir hava yakalanır ancak nerede? Sonuçta pek de sevilmeyen bir adam elindeki yönetim gücünü kötüye kullandı bir yerde. Ve cezasını aldı. Her ne kadar Jr. Gökçek 2 ay sonra protokolde başkan olarak oturacak olsa da keza Türk Futbolu pek de disiplin çerçevesinde oluşturulmuş bir lig olmasa da Ringo’nun Ahırı da değil. Daha önce ilk kararda da söylemiştim, kendini erkin rüzgarına kaptırıp, bencilce parsayı toplamaya çalışanlara yer yok bugün. TFF bunu gösterdi ya, ben de mutluyum bugün…

6 Ekim 2009 Salı

Galatasaray nasıl oynamak istiyor? Nasıl oynuyor? Neyi amaçlıyor?

Rijkaard ismiyle birlikte futbol camiasında Galatasaray’ın 4-3-3 oynayacağı fikri atıldı ortaya. Ancak ligin ilk haftalarında yazdığım bir yazıda sisteme 4-3-3 demenin pek de doğru olmayacağını vurgulamıştım. Nitekim o günlerde bu düşünceleri taşırken bugün daha net bir biçimde sistemin üç forvetle oynanmadığını söyleyebiliyorum. Nedeniyse kanat ve ofansif merkezin yerleşimi ve görevleri…

Bugünkü sistem 4-3-3’ün bir türevi. Kanatların sıklıkla hücum bölgesinde gözüktüğü, merkezin ise tehlikeli bölgeden bir adım geride seyrettiği bir takım var bugün sahada. Bu istemeden olan değil aksine bilinçli şekilde oluşturulan bir yapı. Zira Arda da Elano da pozisyonları ve üstlendikleri görev itibarıyla forveti kalabalıklaştırmak yerine attıkları paslar ve varyasyonlarla pozisyon yaratma peşindeler.

Rijkaard’ın uygulattığı bu sistem aslında ilk günden bu yana böyleydi. Merkez oyuncunun net biçimde orta alana gömülerek oynaması ilk günden bu yana arzulanan bir durumdu. Ve bugün yaşanan pozisyon azlığı da merkezdeki form düşüklüğünden kaynaklanıyor.

Sistemin hücum ayağı bir ihtimal total futbol düşüncesini yansıtıyor olabilir. Zira hücum yapılırken iki ön libero, oyun kurucu orta saha, tandem ise orta alana oldukça yakın bölgede ön libero görüntüsüne erişiyor. Bekler ise kanat organizasyonlarının başrolünde oynuyor. Hakan’ın form durumu sol kanada sekte vuruyor olsa da istenilen yapının ne olduğu sağ kanattaki görüntüden yola çıkılarak tahmin edilebilir.

Savunmada ise yolunda gitmeyen şeyler olduğu açık; tandem ağır. Körün gözüne parmak sokmanın anlamı yok! Dikkat çekmek istediğim temel şey, tandemdeki bu ağırlığın ön libero ve bekler tarafından kapatılması beklenebilecek bir durum. Ancak işlemediği kesin. En azından bugün için böyle bir yapıdan bahsedemiyoruz. Yarın ne olur bilmiyoruz. Bunun için biraz beklemek gerekecek.

Savunma konusunda tek sorun elbette tandemin ağır oluşu değil! Özellikle açık oyuncuları ile ofansif merkezdeki oyuncu defansif açıdan beklentilerin oldukça altında… Rijkaard’ın bu oyunculara “Enerjinizi çoğunlukla hücumda harcamanızı istiyorum” gibi bir ifadede bulunmadığının altına imzamı atarım. Ancak iki açık bu konuda büyük sıkıntı yaşanmasına neden oluyor. Bilhassa sol kanat çöktü Galatasaray’da… Hakan’ın form durumu korkutucu biçimde devam ediyor. Geçen yıl Mehmet Topal, Hakan ve Servet’i ilk 11’i oluştururken kağıda ilk olarak yazan taraftar Servet bir tarafa kara düşüncelerle yazacak isim bulamıyor. Caner’in de zamana ihtiyacı var. Linderoth konusuna hiç girmemek daha doğru olacak. İç sızlatan bir durum.

Hücum performansı iyi olduğu vakit yediğiniz kadar atabilirsiniz. Ancak bir konuda soru işareti olabilir. At’a at ile gitmek çok meşakkatli bir iş olmalı. Bu açıdan biraz da savunma konusunda dikkat edilmeli sanırım… Açık konuşmak gerekirse Galatasaraylı biri olarak çok da takılmıyorum bu konuya. Zira önce Neeskens’e sonra Rijkaard’a güveniyorum.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Köhne futbol arenamız… Ve çağdaş bir futbol adamı…

Bundan yaklaşık 2 ay öncesiydi… Galatasaraylı bir arkadaşımla takım ve Rijkaard üzerine sohbet ediyorduk. Ben takımın nasıl oynamak istediğinden teknik ekibin kalite düzeyinden ve yönetim başarısından söz ediyordum. Elbette beklentilerimi de ekliyordum… O ise özellikle bir husus üzerinde duruyordu; “İyi oynuyor takım haklısın! Bol gollü maçlar çıkarıyor, fazlasını da kaçırıyor… Ancak işler ya kötü giderse. Örneğin, üst üste iki puan kaybı… Avrupa’da beklenmedik bir sonuç alınırsa ne olacak sence?”

Evet… Aynen böyle gelişti sohbetimiz. Şu cevabı verdim; “Elbette olabilir. Kaldı ki bu kadar iyi oynamamıza rağmen arada puan kaybı yaşayabileceğimiz maçlar da çıkardık. Ancak önemli olan da bu. Bu takım kötü oynarken de kazanabiliyor. Kısacası kazanma alışkanlığı gözüme çarpıyor sahada. Bu düşüncelerimi sahadaki takım duruşundan yola çıkarak söylüyorum…”

Galatasaray ligi erken açtı rakiplerine göre… Hem de çok erken. Bu durumun avantaja dönüştüğü az örnek vardır yeryüzünde. Galatasaray da bunun sıkıntısını görüyor son maçlarda. Ben ortada büyük bir sorun olmadığını düşünenlerdenim. Takımın temposu düştü, pozisyon zenginliği azaldı. Her futbolsever gibi bunu ben de görüyorum. Fakat bunu illa ki bir yere bağlayacaksak Rijkaard ve Elano’dan önce sezonun erken açılmasına bağlamak daha doğru olur.

Elano… Açın televizyonları, açın gazeteleri çokça sallayan göreceksiniz Brezilyalıya. Tıpkı Rijkaard’a olduğu gibi… Zaten en sevdiğimiz iştir. Bizde yorumlar ‘skorboard’a bağlı maalesef. Skorboard ne yazıyorsa, onlar da yazılarında bu etkinin altına giriyor. Neden mi bu kadar net konuşuyorum. Aklıma Kayseri maçı geliyor da ondan! Aklıma 6’da 6 geliyor da ondan… Rijkaard hakkında da yazacağım ancak önce Elano… Elano mevkisinde Türkiye’ye gelmiş en kaliteli en kalburüstü adamlardan bir tanesidir nazarımda. Bunu bugünkü performansından öte önceki performansları ve sahada bağıran karizmasına dayanarak söylüyorum. Şu anda iyi mi oynuyor? Elbette hayır! Peki soruyorum: “Bu topraklar dünyanın en iyi takımı olarak lanse edilen Brezilya’nın 11’inde oynayabilen kaç tane adam seyretti. Hem de 28 yaşındayken…” Şimdi biri kalkıp; “Brezilya Milli Takımı’nda oynayabilir ancak; kalitesini tartışırım” gibi sakil bir cümle kurarsa sadece komik duruma düşer. Tanrım neden zamana bırakmıyoruz bazı hükümleri? Türk futbolu hangi sebepten ötürü bu kadar kelleci oluverdi? Hangi amacın peşinden koşuyorlar? Ben yıllardır düşünüyorum bir sebep bulamıyorum… Neden bizim yorumcularımız, bir yıl doldur boşalt oynarken yerden oynanması gerektiğini haykırırken, ertesi yıl kısa paslarla modern futbol oynandığında başka bir yerde kusur arıyor. Neden sürekli bir açık yakalama peşinde… Yorumculuk elbette poh pohlamak değil. Ancak kimsenin de taraftarları bu denli negatif etkileme hakkı yok!

Daha bir tane gazeteyi elime almadım. Bir TV’de dahi yorum dinlemedim. Ve internette gezinmeye başlamadım. Neden biliyor musunuz? Çünkü biliyorum ne yazacaklarını. Bilmekten de öte korkuyorum. Rijkaard’ı eleştiri yağmuruna tutmuş olmalarından çekiniyorum. Bu safsataları okumaktansa hiç el sürmüyorum… Olumlu yazanlara nadiren rastlayacağımdan şüphem yok! Bu ülkede futbolun nasıl oynandığını, nasıl bir oyun olduğunu bilenler de var. Merak etmeyin… Ancak bilmeyenler çoğunlukta. Futbolculuk döneminde kazandığı başarıları miras bilip bolca sallayanlar çoğunlukta. Ancak eleştirince okunacağını düşünenler çoğunlukta. Bir türlü yönetime giremediği için hırsını satırlara aktaranlar çoğunlukta…

Sizce biraz ağır değil mi Rijkaard’a B planı konusunda yapılanlar. Bu adam çok değil üç yıl önce Avrupa’nın en iyi teknik adamı seçildi. Hollanda’nın başında efsane total futbola en çok yaklaşan adam olarak gösterildi. Barcelona’nın başında çok üstüne geldiler. İlk yarıda geriye düştü. Sezonun başında düşme hattına kadar indi. Ancak bildiğinden vazgeçmedi. Sisteminden taviz vermedi. Sonra ne mi oldu? Sezonu şampiyon tamamladı. Sonra ne mi oldu? Şampiyonlar Ligi’ni kazandı aynı takım. Sonra ne mi oldu? En başarılı teknik adam seçildi… Peki, Sparta Rotterdam’ın başında kötü bir yıl geçirmedi mi? Geçirdi elbette ancak Barça ile Galatasaray arasında nasıl profil farkı varsa Sparta ile Galatasaray arasında da büyük bir profil farkı var. Oraya bir heyecanın peşinden sürüklendi gitti. Olmadı. Toplam dört maceradan 3’ü iyi gidiyorsa, bir tane kötü hükümsüzdür bence… Üstelik bu başarısızlığı şampiyonluğa oynayan takımla değil, her yıl düşme hattında çırpınan bir takımda yaşadı Hollandalı. Bir de bu açıdan yaklaşmalı…

B planı... Bu kavramın ülkemizdeki karşılığı, sistemi değiştirmek. Sistem nasıl değişir Allah aşkına? Lego mu bu yahu? Dakika 70’de “haydi bakalım çift forvete dönüyoruz” diye bir şey yok günümüz futbolunda. İşler çok sıkışırsa doldur-boşalt oynarsın, ne bileyim göbekten zorlarsın, kanattan zorlarsın… Kısacası strateji değiştirirsin ancak, sistem öyle bir dakika da alt-üst edilmez. Ama biz bu adamlara alışkın değiliz. Biz 4 defansı 6 yapanlara, tek forveti 3 yapanlara alışığız… Hal böyle olunca da istiyoruz ki hoca forveti doldursun veya savunmayı kalabalıklaştırsın. Oyuncuların yer değişimleri kesmiyor bizi, biz Nonda ile Baros’u aynı anda sahada görmek istiyoruz. Çünkü Alex Ferguson’dan, Mourinho’dan, Rijkaard’dan iyi biliyoruz. Baksanıza onlar da öyle yapmıyor. Birisi son Alman şampiyonuna karşı geriye düşüyor ancak, sağ kanadı ortaya, göbeği sol kanada koyuyor. Forvet sayısını artırmıyor. Sonra diğeri maç 1-1 giderken dakika 70’te forveti ikilemek yerine sol kanadı değiştiriyor… Bir başkası finalde forvet sayısı artırmak yerine hücum oyuncularının yerini değiştiriyor. Bu adamların hiç birinin B planı yok demek ki…

Bugün bu kadar net eleştirenler yarın ne diyecek merak ediyorum. Geçen yıl Skibbe’nin kellesini aldılar. Kondisyon geyiğiyle, disiplinle… Şimdi ise Rijkaard’a sallayacak yer arıyorlar. Bir tanesi disiplin konusunda sorunlar yaşandığını yazmış. Bir diğeri takımın havaya girdiğinden ve herkesin ehlikeyf olduğundan bahsetmiş. Bir başkası Rijkaard’ın bir yıl kalıp gideceğini ve bu nedenle takıma çok da önem vermediğini yazmış…

Bize futboldan anlayan, işini profesyonelce yapan ve bu tutumu tüm takıma aşılama derdinde olan, işi sadece futbol olan adamlar fazla… Biz futbolcuya bağırıp çağırarak motive eden, antrenman düzeyinden bihaber, tek sistemi doldur-boşalt olan, her maçta başka sistem koyan adamlara layığız. Köhne futbol arenamız, çağdaşlığa kapalıdır. Bize ne kardeşim güzel futboldan. Bize ne çağdaş futboldan. Biz puana bakarız, bugüne bakarız. Yarın ilgilendirmez bizi.

1 Ekim 2009 Perşembe

Yakalayın lan!

Kariyerinin baş aşağı gitmesi şanssızlık oldu. Hak etti etmedi o ayrı. Zaten şanssızlığ da kendi açısından değil! İlla ki bir şekilde yolunu buluyordur, onun için üzülmek saçma olur... Olan bize oldu. Şu adamı kalburüstü, iddialı bir takımda doya doya seyredemedik ya ona yanıyorum. Görüntü 2002 Dünya Kupası'ndan... Fena işlemiş bizimkileri...

Program

Sonuçlar


CSKA Moskova - Beşiktaş: 2-1

Juande Ramos takıma çok şey katmış. Sistemden, futbol mantığından veya dizilişten bahsetmiyorum… Takım mental olarak değişmiş. Zico döneminde birkaç maçını seyretme şansı yakalamıştım. Aşağı yukarı aynı adamları kullanıyorlardı. Ancak Ramos döneminin en büyük farkı takımın futbol oynama iştahı ve kazanma uğruna gözünü karartması. CSKA, winner takım olma isteğinde. Yani kazanmayı alışkanlık haline getirmek istiyor Ramos. Beşiktaş maçında da oyuna nasıl hükmettiklerini görme şansı yakaladık.

Şimdi herkes 2’nci gole kadar Beşiktaş’ın oyunundan bahsedebilir ancak; ben o baskıda CSKA’nın kontratakla maçı koparma arzusunun yattığına inanıyorum. Bence çok başarılı bir oyun sergilediler. Şayet Rüştü uzaktan o golü yemese CSKA’lılar da bu kadar iştahlı olmayacaktı kaleye şut çekme konusunda. Rüştü gaz verdi Ruslar’a…

Maçın hikayesi Denizli’nin kara kaplısında yatıyor… Anlamsız ısrarları var. Tello ve Yusuf oyundayken solun adamını solda ortanın adamını ortada oynatmıyor. Tello’nun çıkışı sol açık dahi değilken (Sporting’de sol bek olarak ismini duyurdu, fark yaratan özelliği de hücumcu bir bek olmasıydı) onu forvet arkası oynatma ısrarı nedir anlamıyorum. Hele bir de Yusuf gibi bir orta oyuncusu varken. Haydi Yusuf’u da geçtim, Nobre oynadı bir ara solda… Holosko da solda şansını deneyenlerdendi. Kendimi tekrar etmiş olacağım fakat yazmadan edemiyorum; sol açık için dribling özelliği olan bir forvet de kullanabilirsiniz. Ancak sol açık demek sadece hücum demek değil. Savunmaya da yardım etmeli… İsmail’i çok zorladılar maç boyunca.

Bir de İbrahim Kaş olayı var. Bu adam bir anda transfer edildi. Hikayeyi uzatmanın anlamı yok! Lig başladıktan sonra geldi ve bir anda şapkadan çıkan tavşan oldu. Hücumu yok bu adamın. Maç boyunca bir kesmesini hatırlamıyorum. Boş pozisyonda dahi isabetli orta açamıyor… Bu onun suçu değil! Çünkü bir sağ bek değil! Stoper… Sağda Ekrem’i olmadı Rıdvan’ı koy. Daha önce Rıdvan’ın başarılı olabileceğini düşündüğümü yazmıştım. Zira hücumu iyi beceriyor. Ancak Denizli ısrarla Gökhan’ı kullanıyor orada. Ah! Aklıma bir de pırıl pırıl delikanlı Serdar Kurtuluş geliyor ki… O konuya hiç girmesek iyi ederiz herhalde…

Rüya görmemek lazım. Wolfsburg o temposuyla Manchester’a kafa tuttu. Tecrübesiz olmaları hiç şüphe yok ki onlara maçı kaybettirdi ancak; beklenenden etkili bir performansa imza attılar. Bu takım kendi sahasında CSKA’yı yendi, Beşiktaş’ı da yener, Manchester’a da ter yaptırır. Gerçekçi olmakta fayda var. Beşiktaş’ın bu haliyle gruptan çıkması imkansız gibi…

Peki rüya kurmak için ne gerekiyor? Arka arkaya alınacak minimum iki galibiyet, medyanın saldırmasını önleyecek tercihler ve güzel futbol. Son olarak da Nihat’ın bir gol atması, Rüştü’nün de güveni geri kazanması lazım. Kısaca yapılacak iş çok!