31 Aralık 2008 Çarşamba

İyi yıllar

Kışın sert koşulları bizi de etkiledi. Bir kaç gün uzak kaldık bilgisayardan, futboldan, blogdan... Ancak geride kaldı. Herkesin yeni yılını kutlarım.
"Hayatımın en güzel günlerini 2009 yılında yaşadım" demeniz dileğiyle...

25 Aralık 2008 Perşembe

Ben aslında...

Bugün özetleri seyrederken tekrar aklıma geldi. Delgado’nun kırmızı kartında herkes hakemin acımasız davrandığını ve yanlış anlaşılma olduğunu söylüyor. “Ben bir kez faul yaptım, ilk pozisyonda sarı kart çıkardın” dediğinde çoğu futbolsever hemfikir. Şimdi jestlerinle bunları söyleyip, tavırlarınla derbi ortamında hakemin üzerine gidiyorsan ne demek istiyorsun? Veya ne için itiraz ediyorsun zaten? Sarı kart… Yetmediği gibi hareketi yaparken ki düşüncen ne olursa olsun şu meşhur işareti yapıyorsan kurtuluşun yok Delgado… Kırmızıyı da azarı da yedin.

Bu da Türk futbolunun bir gerçeği

Yanılmıyorsam çoğu futbolsever geçen yıl büyük bir sürprize imza atarak ligi gol averajıyla 4’üncü sırada bitiren Sivasspor’un bu yıl bocalayabileceğini düşünüyordu. Ben böyle düşünüyordum. Ancak onlar bu yıl da yukarıda kalmayı başardılar. Önceki yıl düşüş bekleyenlerin çoğu şu andaysa bir sorunun cevabını arıyor: Sivasspor bunu nasıl başarıyor?

Teknik direktör. Bülent Uygun. Nam-ı diğer Asker Bülent. Bu adam bazen kendini çok kaptırıyor olmasına rağmen oyuncularını ve Süper Lig’i çok iyi biliyor. Daha doğrusu Türkiye’de futbolun ne anlama geldiğini iyi biliyor. Bunun yanında antrenman ve oyuncu gelişimi konusunda yıllardır ortalıklarda dolanan Türk hocaların da birkaç adım önünde. Sonra çok iyi bir motivatör Bülent Uygun…

Taraftar. Yıllardır söylenen bir olaydır ve sürekli Avrupa takımlarıyla karşılaştırılır Anadolu takımlarındaki taraftar zafiyeti. Sivasspor içlerinde Denizli, Kayseri ve biraz da Gaziantep’in olduğu grup içerisinde ve destek anlamında şanslı takımlardan. artık bu illere giden büyük takımlar önceki yıllara oranla puan cepte diyemiyor. Özellikle Kayserispor yakın gelecekte bir Sivasspor gerçeği daha yaratabilecek takımlardan.

Yönetim. Mecnun Otyakmaz ligin en genç başkanı. Gelin görün ki ilk göreve geldiğinde konuşulan bu konu değil Sedat Peker ile olan bağıydı. Ancak zamanla iyi yönetim, bu kapı arkası konuşmaları ortadan kaldırdı. Otyakmaz’ın net bir özelliği var o da takıma bir idari yönetici gibi yakından ilgi gösteriyor. İlk haksızlıkta çıkıyor, takımının gösterdiği mücadeleden dem vurarak oyuncularının motivasyon kaybına uğramamasını sağlıyor. Bu da oyuncuya “Demek ki bize sahip çıkan, bize önem veren birileri var” duygusunu uyandırıyor. Ayrıca takıma yatırım da yapıyor Otyakmaz. Kulübün mevcut borcu 300-400 milyon dolar arası. Süper Lig’den oldukça iyi para kazanıyorlar. Tribünde de… Zira Sivasspor Anadolu kulüpleri arasında en yüksek bilet fiyatı biçen kulüplerinden bir tanesi. Bu nedenle borç pek de korkutmuyor, başkan ve yönetimi. Çünkü Sivasspor’u atılımda bir holding gibi görüyorlar. Aynı zamanda stadyumun yenilenmesi de genç başkan ve yönetimin aklındaki projelerden.

Futbolcular. Tabi başarılı olmak için bunlar yeterli değil. Karşılaşmalar yönetim odalarında değil, sahada oynanarak kazanılıyor. Onu da yapıyorlar. Sociedad’ın çıkışını hepimiz Nihat’ın varlığından dolayı yakından takip etmişizdir. Ben Sivas’ta da biraz o görüntüyü anımsıyorum. İyi bir forvet ikilisi, sert orta saha, savunmayı bilen defans hattı (kabul etmek gerekirse Sociedad’ın göbek oyuncuları da biraz sorunluydu). Kaleci konusunda bana göre Westerveld’de sorunluydu, Petkovic’de soru işareti. Ve belki de en önemlisi; kendi evinde mağlubiyet almamak. Bence Sivas Sociedad’dan daha avantajlı (Sociedad takımıyla veya oyun yapısıyla değil genel lig pozisyonları ve gidişatları açısından). Zira Mehmet Yıldız denilen bir oyuncuları var. Türkiye Ligi’nin underrate oyuncularında ilk üç’tedir bana göre. Ne çok teknik ne de iyi bir bitirici. Ancak iyi kaptan ve yılmayan bir savaşçı. Hücumun nasıl yapıldığını iyi öğrenmiş. Sadece kendine oynamıyor, takım oyuncusu, arkadaşlarını da pozisyonlara sokuyor. Bu nedenledir ki gol-asisst sayısı onu klas forvet kategorisine koyuyor. Sonra iyi bir hücum yönlü orta sahası var Sivasspor’un. Mohamed Ali. Yıllarca İkinci Lig’de oynayan tecrübeli oyuncu, iki yıldır frikikten, uzaktan attığı gollerle takımının sıkışan maçlarını kazandırıyor. Tıpkı son Gençlerbirliği maçı gibi. Sonra Türkiye Ligi’ne göre hiç de fena olmayan bir derinliği var kadronun.

Rakipler. Hiç kuşku yok ki Galatasaray ve Trabzonspor’u bir tarafa ayırırsak diğer reel rakipler bir hafta başka bir hafta başka oynuyor. Yani eskisi gibi çok rakip yok. Doğru düzgün bir form grafiği yakalayamadı rakipleri ve rüzgar nereye sürüklüyorsa onlar da oraya doğru gidiyorlar. İşte Sivasspor’un Galatasaray ve Trabzonspor ile ortak noktası da bu. Futbol yapıları belli. Her hafta aynı mantığı sahaya yansıtabiliyorlar. Puan kaybı yaşamıyorlar mı? Yaşıyorlar ama ‘kılıçla yaşayan kılıçla ölür’ misali kendi bildiği oyunu oynuyor. Ve yer yer eleştiriliyor. Sistemin ve futbolun çok yavan olduğuna dair. Bence yanlış. Bu belki Fenerbahçe veya Galatasaray için söylenebilir ancak iki hafta üst üste alınacak mağlubiyetlerle özgüveni yerle bir olacak bir takım için söylenemez. Bu kadar kırılgan takımlar zaman zaman mağlup olmaktan korkarak iyi bir futbol oynayamayabilir. Bu nedenle genel olarak çok da göz zevkini olumsuz etkileyecek bir futbol oynamıyorlar.

Sivas’ta, başkan yatmıyor, hocanın kafası çalışıyor, futbolcular özverili oynuyor, halk da desteğini esirgemiyor. Bu durumda geriye kalan tek şey helva yapmak. Sivas geçtiğimiz yıl kıvamı tutturamasa da bana göre helvayı yaptı. Ancak insan yapa yapa öğreniyor demek ki… Bu yıl şu ana kadar oldukça iyi gidiyorlar. Artık insanların ‘Anadolu’dan şampiyon çıkmaz’ lafına itibar etmiyor. İşte o tabuyu yıkan takım olarak Sivasspor, bu istikrarlı gidişi sürdürebilirse lig tarihindeki efsane sezonlardan bir tanesinin altına imzasını atar.

23 Aralık 2008 Salı

Budur durum!

TFF'nin bünyesinde çalışan Futbol Geliştirme Merkezi (FGM) Herkes için Futbol (HİF) adı altında kapsamlı bir proje yürütüyor. Akademi Lig'leri gibi genç çocukları yarı-profesyonel bir yapıda futbol oynatarak, aynı zamanda tüm yaş gruplarını tek tek takım haline getiren projenin daha sayılması zor oldukça fazla kolu var. Bu kollardan bir tanesi de HİF projesi maçlarını yönetecek olan hakemler için oluşturulacak olan havuz. Halktan herkesi hakem olmak için davet eden TFF aynı zamanda geleceğin profesyonel hakemlerine de ilk adım olarak HİF hakemliğini gösteriyor.

Ben de konuyla ilgili TFF'ye bir broşür hazırlıyorum. Ancak bir konuda takıldım. MHK'nın kuruluş yılını internetten kör-topal öğrendim fakat içime sinmedi. "İyisi mi MHK'yı arayayım" dedim. Demez olaydım. Takip eden 10 dakika içinde günün kalan kısmını sinirli geçirmeme sebep olacaklarını düşünmemiştim. Utançtır bu! MHK'da çalışan üç kişi çalıştıkları kurumun kuruluş yılını bilmiyor. Ya da biliyor söylemiyor. Bu daha da büyük bir utançtı o asalaklar için... Daha doğrusu onlara "Kim ararsa arasın hiç bir şey söylemeyin" diyenlerin utancıdır. "Lanet olsun. En iyisi TFF'yi arayayım" dedim. Orası da çoktan devlet dairesi modunu aşmış. TFF'de hattına bağlandığım üç kişinin üçü de MHK'yı duyar duymaz, "Ben size MHK'nın numarasını vereyim oradan öğrenin" dedi. Git gide agresifleştiğimin farkındaydım. Ve sonunda patladım. Demek ki biraz bağırmak gerekiyormuş. Cep telefonu numaramı alarak beni hemen haberdar edeceklerini söylediler. Yok arayan falan... Yazık demekten başka bir şey gelmiyor içimden...

22 Aralık 2008 Pazartesi

Benden söylemesi

Her yerde savunuyorum bu adamı. Sağda solda hakkında yapılan analizleri ve çıkarılan olumlu sonuçları görünce seviniyorum. Bir sempati duyduğum açık. Ayrıca Beşiktaş’tan sonra hazır devre olmuşken, yüzeysel bir Skibbe-Galatasaray değerlendirmesi yakışır diye düşündüm.

Yukarıda da dediğim gibi Skibbe'yi geldiği ilk günden bu yana savunanlardan bir tanesiyim. Daha önce yeri geldi forumlarda yeri geldi bloglarda okuduk/yazdık. İlk zamanlar takım otursun o zaman konuşuruz diyorduk. Takım oturdu. Müthiş bir hücum hattı oluştu Galatasaray’da. Takım tek toplarla müthiş yardımlaşmalarla goller buluyor. Pozisyonlara giriyor. Orada eleştirilecek bir nokta olmadığı kanısındayım. Zira tıkanınca da Skibbe hücum konusunda renkli biri olduğundan hemen reçeteyi yazıyor. Ancak ne kadar gol atsa da bir türlü kalesini gole kapatamıyor. Lig başlayalı 4 ay oldu. Galatasaray’da çok şey değişti ancak ilk maçtan son maça bir tek savunma değişmedi. Halen açık veriyor, halen adam kaçırıyor Galatasaray savunması.

Ben bu noktada eksikliğin bek ve ön liberolardan kaynaklandığını savunuyorum. Özellikle kademe yapmayı bilen, hava toplarına çıkabilen, rakibe karşı vücudunu kullanabilen kısacası Hakan Balta'nın sağ bek versiyonunun takıma kazandırılması çok kritik. Uğur-Sabri-Serkan ile aşılabilecek bir sorun değil bu. Hele ki Barış ile hiç değil (Zaten oldum olası Barış'a ısınamadım, hiç bir Galatasaray taraftarının da ısındığını sanmıyorum). Galatasaray’ın blok olarak geri dörtlüsü savunmayı bilen adamlardan oluşmalı ki yerleşme ve kademe hatalar yapılmasın. Delgado’nun attığı gol de olduğu gibi… Bu durumda bekleri hücumda sıklıkla göremeyebiliriz. Ancak zaten Galatasaray’ın da şu anda hücumda pek de beklere ihtiyacı yok. Yarın da olacağı tartışılır.

Sağ bek transferi sonrasında ben bir de Ayhan-Linderoth değişikliği sanırım orta alanda istenilen sertliği de getirecek. Ve rakibin hücuma çıkışlar bu ikilinin baskısıyla karşılaşacak. Dolayısıyla yerleşim ve rakibi alma açısından stoperlerin daha fazla vakti olacak. Aynı şekilde takım gol yeme hastalığından kurtulursa savunmaya ve takımın geneline bir güven gelecek. Ve takım ilerleyen haftalarda daha az gol yiyerek daha net adımlarla ilerleyecek.

Bizim dışarıdan bakışımız bu kadar. Skibbe aldığı galibiyetler ve hedeflere olan uzaklıklara bakacak olursa hiç de fena olmayan bir pozisyonda. Artık sezonun kalan kısmında önümüzdeki yılı kurtarmak için sonuca oynamak zorunda. O da bunun farkında olacak ki dünkü basın toplantısında "Sizlerle biraz daha birlikte olacağım için mutluyum" böyle dedi. Artık gerisini de zaman gösterecek...

Süperdi...

Hep tartışılan bir olaydır. Disiplin-taviz. Takıma ikisini de ayarında uygulayan adamlar çok azdır ve bizim ülkemize nadir yolları düşer. Ben Skibbe'nin çağdaş bir futbol adamı olduğu düşüncesindeyim. Oyunculara karşı belli bir yaklaşımı var. Futbol yapısı olarak takımını belli bir mantık doğrultusunda oluşturuyor. Aslında sadece bu maçın değil, son haftaların süperi O... Lincoln'ü havaya sokan, Galatasaray'ı seyredilmesi zevkli bir takım haline getiren (Geçen yılı hatırlayacak olursak) bu adama bence zaman zaman haksızlık ediyorlar. Derbide kürsü senin Skibbe...

Hücumcular oynadı, savunmacılar seyretti

Beşiktaş’ın başına ne geliyorsa savunması yüzünden geliyor. Gökhan Zan - İbrahim Toraman maalesef Beşiktaş’ın yönetimini ve teknik kadrosunu yanıltıyor. FM’de de vardır ya böyle adamlar. Baktığınızda technical özellikleri anormaldir fakat en önemli olan mental özellikleri zayıftır. İşte bu ikili (kişisel bir görüştür) mental olarak zayıflar ve takımlarına yarardan çok zarar veriyorlar. Aynı şekilde bunlara bir de İbrahim Üzülmez eklenince, Sivok-Zapo ikilisinin yaptıkları da çöpe gidiyor.

Favori Galatasaray beklendiği gibi çıktı maça. 3-5-2’ye benzer bir sisteme dönerek son haftalarda formunu yukarı taşıyan Sarı-Kırmızılılar’ın 11’inde sürpriz yoktu. Taraftarın da desteğini arkasına alan Galatasaray, rakibin de kırmızı kart görmesiyle iyice rahatladı ve iyi oynadığı akşamda üç puanı dört golle aldı. Ve Türk insanı bir derbiyi daha oynanan oyundan çok hakemi tartışarak geride bıraktı.

Demirören'in kırmızı Ferrari'si


Derbi sonrası gazetelerin başvuracağı haberlerden bir tanesi de Mustafa Denizli – Ertuğrul Sağlam karşılaştırması olacaktır. Adamlar da haklı malzeme bol. Biz de girelim ucundan: Sağlam-Denizli karşılaştırması…

Bir kere derbide Beşiktaş’ın başında Sağlam çıkmış olsaydı belki Galatasaray yine kazanabilirdi; ama dört gol yemezdi. Keza Kadıköy’deki maçta rakibini yenebilirdi belki. Ama İstanbul’da Kocaeli’ne beş tane atamayabilirdi. Yine Gençlerbirliği deplasmanında üç gol bulamayabilirdi. Cümleleri hep –bilirdi diye bitiriyorum. Zira kendisi önce savunmanın üst seviyelerde olmasını tercih ediyordu. Az-çok Lucescu mantalitesine sahipti. İlk olarak 1-0 olsun bizim olsun düşüncesiyle maçlara çıkıyordu (Arada Kocaelispor gibi Hacettepe gibi alt klasman takımları saymıyorum). Bana göre kendisinin sonunu hazırlayan da buydu. Hani Bordeaux yazısında “Nedendir bilinmez futbolculuktan teknik direktörlüğe geçen bazı adamlar hem ekranda hem de kenarda güvensiz bir görüntü sergiliyor” dedim ya maalesef Ertuğrul da o sınıfa girdiği için kaybetti. Taraftar bir türlü güvenemedi O’na… Sonrasında olanları biliyoruz. Demirören’in kırmızı Ferrari’si Beşiktaş’ın şoförü değişti. Ve Beşiktaş belki de sezonun kumarını oynuyordu.

Direksiyona arabayı daha hızlı süren Denizli geçti. İlk maçı 3-1 kazandı. Baktı ki araba basınca gidiyor, hız kesmedi. Ancak bu kadar yoğun trafikte ne kadar sürat o kadar riskti. İlk uyarı da daha ertesi hafta Sivas’tan geldi. Sonra ligin gol pozisyonu/gol atma konusunda en kötü takımı Hacettepe’den gol yerken, savunma anlamında problem yaşadıklarını fark etmedi. Ya da biraz sürat yapmak hoşuna gitmişti. Savunmayı pek de düşünmüyordu o sıralar.
Ertuğrul Sağlam’ın takımına oranla oyuncuların Denizli ile biraz daha iştahla oynadıklar göze çarpıyordu. Kayserispor maçında Denizli ilk tam puanını kaybediyordu. Sonrasında bence mağlup olunması hayırlı bir maçı beş golle kazanırken, her şeyin yoluna girdiği düşüncesi doğuyordu akıllarda. Oysa ki; Beşiktaş inanılmaz yerleşim hatalarıyla önüne gelenden gol yiyordu. Ve Denizli ısrarla sistemden vazgeçmeyeceğini belirtiyordu.

Fenerbahçe maçı öncesinde Eskişehir’i iki golle geçen Siyah-Beyazlılar, tahmin etmedikleri bir tabloyla karşılaşacakları dört haftalık periyoda giriyordu. Beşiktaş ilk olarak belki de son yılların en kötü Fenerbahçe’siyle Kadıköy’de karşı karşıya geliyordu. Karşılaşma 2-1 kaybedilecekti ve Denizli bu maçtan sonra oyuncu tercihleri nedeniyle eleştirilecekti. Ancak yine de takımının 10 kişi kalması seslerin çok yükselmemesini sağlayacaktı. Bir kere düşmeye gör… Sonraki hafta evinde Ankaraspor’u ağırlayan Denizli’nin talebeleri çoğu kişinin kırmızı karta bağlayacağı 3-1’lik mağlubiyetle sahadan ayrılacaktı.

İlk yarı Galatasaray maçıyla son bulacaktı ve Beşiktaş bu maça Ankaragücü’nü 1-0 yenerek geliyordu. Rakiplerden bir tanesi formunu üst seviyeye taşırken diğeri düşüşü engelleyemiyordu. Ve Ali Sami Yen’deki maçın başlama düdüğü çalındığında Sarı-Kırmızılı takım karşılaşmanın favorisiydi.

Favori yanıltmayarak rakibini 4-2 mağlup ediyordu. Ve Denizli basın toplantısında takımının 27-28’inci haftalarda istenilen yerde, istenilen düzeyde olacağını söylüyordu.

Veriler sağlam yerden. Ertuğrul Sağlam takımı bıraktığında 6 maçta 14 puan toplamış Beşiktaş. Sonraki 10 haftada alınan puan sayısı da tıpkı ilk 6 haftadaki gibi 14. Bunun yanında sıralamadaki yer de değişiyor. İlk 6 haftanın lideri Beşiktaş, ilk yarıyı zirvenin altı puan uzağında ve yine 6’ıncı sıradan takip ediyordu.

Şüphesiz iki teknik adamın rakipleri aynı kalibrede değildi. Fikstür açısından dezavantajlı olan taraf Denizli’ydi. Ancak yine de bu Denizli’nin doğru adam olmadığı tartışmasının cevabı değildi ve zirve yarışı şekillenmeden de bu soru cevapsız kalacak kimine göre.

21 Aralık 2008 Pazar

Nasıl ama?

NTV haberine kıyak bir fotoğraf bulayım diye internette biraz arama yaptım, derken yukarıdakini buldum. Herhalde yakın birisi uyardı da kestirdi saçları. Kestirmeseydi, bu saçlar her türlü yorumun önüne geçermiş.

Yüzde 40 futbol

Daha önce fazla da izlemediğimden dolayı dikkatimi çekmemişti. Geçenlerde İyi Orta Gol Olur’da okudum. Bu açıdan biraz da çakma haber oldu ama yazmadan da duramıyoruz. Eğer bir maç sonrası yorum dinleyeceksek adres NTV. Yine geçtik ekran başına açtık ‘%100 Futbol’u. Hakan Ünsal – Sergen Yalçın Ali Sami Yen’de, Rıdvan Dilmen – Güntekin Onay stüdyoda derbiyi yorumluyor. Daha dakika bir Skibbe’den giriyor Hakan. Arda’yı sol tarafa hapsettiğinden başlıyor, hakemle, Mustafa Denizli ile bitiriyor. Hiç demiyor ki Galatasaray maç boyunca bulduğu gol pozisyonu sayısından, oynadığı pozitif futboldan bahsetmiyor. NTV’nin ‘%100 Futbol’unun Rıdvan-Güntekin ikilisiyle daha güzel olduğunuysa Sergen’in konuşmasıyla anlıyoruz. Agression 20 olmuş. Surat kıpkırmızı. Lafa başlıyor, bağırıyor-çağırıyor. Takmış yabancı oyuncuların kırmızı kart görmesine. Rıdvan “Ama Delgado’nun atılması haksız bir karardı demiştin ki ben de katılıyorum. O zaman bu yorumdan Delgado’yu çıkarmak lazım” diyerek aslında bir abi yardımı çekti ama hak getire. Sergen olayı kafada kurmuş. Aşağı-yukarı 50 dakika yayında kaldılar. Hakan’ın Galatasaray ve özellikle Skibbe hakkında olumlu yorum yaptığını duymadım. Duymadığım bir konu daha vardı: o da Sergen’in Mustafa Denizli hakkında bir tek olumsuz eleştiri yapmaması… Yukarıda da dediğim gibi Rıdvan-Güntekin devam etsin. Biz Rıdvan’ın Semih’i oynatmayınca Aragones’e sallamasına razıyız.

UEFA'dan haberler serisi



Aynı konu üç farklı haber. Kura çekiminin yansımaları devam ediyor blogda… Hazır motiveyken araları soğutmayalım dedim. Karşınızda Bordeaux…

Nedendir bilinmez futbolculuktan teknik direktörlüğe geçen bazı adamlar hem ekranda hem de kenarda güvensiz bir görüntü sergiliyor. En azından ben bazısına karşı bu görüşleri taşıyorum. Laurent Blanc da onlardan bir tanesi. Hani başarısız olmasına karşın Roy Keane, bana güvenin dese güvenirsin de bunu Southgate dese bir soru işareti çıkar kafada. Ben Blanc’ı da bu güven vermeyen teknik adamlar arasına koyuyorum. Fark etmeden bir dosya konusu buldum. İlerleyen günlerde blogda sahadan kenara geçen fakat güven vermeyen veya vermeyecek olan futbolcu/teknik adamları okuyabileceksiniz.

Konudan uzaklaşmadan analize devam edelim. Oyuncu analizine girmeyeceğim tek tek ancak atlamadan Obertan için iki cümle yazmak istiyorum. Obertan, üç yıldır ‘ben topçu olacağım’ diyordu. Kısmet herhalde bu yılaymış. Kabak çekirdeği gibi açıldı son haftalarda.

Bordeaux’ya gelince; bu yıl Şampiyonlar Ligi’nde Cluj’u saymazsak iki rakibi karşısında da yaratıcılıktan uzak bir futbol oynadı. Bana göre bir tek kendi evlerindeki Chelsea maçında karakterli bir futbol oynadılar ki bunda Scolari’nin payı da oldukça yüksekti. Fransızlar kendi liglerindeyse Chabani Dalma Stadyumu’nda namağluplar. Gerçi ben hiçbir türlü Fransa Ligi’ni Avrupa’nın diğer lokomotif üç ligi ile karşılaştırmam ama bizim ligimizi de göz önünde bulundurursak önemli bir istatistiktir.

Özellikle bu yıl Fransa’nın uyuşuk futbol yapısından uzaklaşarak II. Lyon olma yolunda atılımlar yapan Bordeaux’da Galatasaray’ın dikkat etmesi gereken adamlar belli: Chamakh, Gourcuff, Wendel, Cavenaghi…

Galatasaray’ın ofansif futbolu, Bordeaux’un da değişen futbol yapısı bence Sarı-Kırmızılılara gol olarak dönecektir. Özellikle ilk maçta deplasmanda atılacak gol ve goller Ali Sami Yen’de maçın daha rahat oynanmasını sağlar. Tüm bunların yanın bir de son iki yıldaki eşleşmeleri koy. Bundan iyisi Şam’da kayısı her haliyle. İlk maç 18/19 Şubat’ta Fransa’da, rövanş ertesi hafta Ali Sami Yen’de.

19 Aralık 2008 Cuma

Bir kura çekimi daha böyle geçti


Eskiden ne kadar takımlar için takip ediyorsam o kadar da Celta de Vigo ve Galatasaray SK telaffuzlarını işitmek için takip ediyordum kura çekimlerini. Esasoğlanda müthiş maçlar bizi bekliyor. Yardımcı başrolün kuraları ve geleceği içinse şimdiden konuşmak erken olur. Zaten detaylı öngörü sonraki haberimizin konusu. Bu arada kura çekimlerinde ballı dediğimiz Galatasaray yine 'idare eden' düzeyde bir rakip çekti. Bu uğur meselesi Sinyor Bartu'dan mı kaynaklanıyor ne?

Avrupa'da kura günü

Grup kuraları çekildiğinde büyük çoğunluk (ben dâhil) fikstürü de işin içine katarak Galatasaray’ın şanslı olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle beklenen oldu diyorum. Şimdi sıra knock-out maçlarında. Bazı hocalar vardır ya; lig malum uzun maraton sonunu getiremez ama Şampiyonlar Ligi, UEFA Kupası gibi knock-out maçlarında şov yapar. Benim bu konuda favorim Rafa Benitez’dir. Ligde Rijkaard’ı koy Şampiyonlar Ligi’nde Rafa’yı… Bu arada Şampiyonlar Ligi demişken, kura çekiminde ilk onlar sahne alacak. Ardından UEFA Kupası kuraları çekilecek. Türk futbolseverinin gönlü Aalborg- Bordeaux-Marsilya üçlüsünde. Ancak bu üçlü dışından kim çıkarsa da çıksın bence maç ortada olur. Bu sene kura işlerinde hep şansı yanındaydı Galatasaray’ın. Kura saatini bekliyoruz. İşte takımlar:


UEFA Kupası

Şampiyonlar Ligi

Uche görmesin

Sağ olsun Fanatik’tekilerin şu manşeti olmasa yeniden sahalara dönüş yapamayacaktık herhalde… Sağ-ön-yan-çapraz bağlarımda zedelenme olduğundan dolayı (şu sakatlık bölgesine hastayım, çapraz bağlar) 10 gün sahalardan uzak kaldım. Ancak salonda çalıştım, kopmadım futboldan yani… Ancak gelin görün ki kriz ortamında herkes gibi biz de fazla mesai ile puan toplamaya çalışıyoruz. Artık daha bir sık duyar olduk işten çıkarma haberlerini. Eşin dostun kulağına bizim de haberimiz gitmesin diye uğraşıyoruz. Şaka bir tarafa bayram öncesi evin yolunu unuttuk işler yüzünden. Haliyle bayram da yorgunluğun atıldığı, bilgisayardan uzak bir ihtiyaç molasına dönüştü. Biraz kişiselleşti haberin girişi uzatmadan konuya girelim. Önceki gün muhtemelen Fanatik’teki acar arkadaşlarımızdan bir tanesine “Oğlum sürmanşette Uche transferini kullanıyoruz. Şöyle kıyak bir Uche fotoğrafı bul” dediler. O da fazla uğraşmadan Google’a danışmış. Zira ‘Uche Getafe’ görsel aramasının daha ilk sayfasında, manşetteki fotoğrafa rastlıyoruz. Hadi o gözünden kaçırmış. Ancak hata editöründen yayın sorumlusuna kimsenin dikkatini çekmemiş. Bir seçenek daha var ki o en vahimi… Uche ile Martins arasındaki farkı sezememiş olmaları. Bu seçeneğin gerçek olduğuna ihtimal vermiyorum, zira Fanatik gibi 14 yılı deviren bir gazete çalışanı böyle hata yapmaz. Konu bundan ibaret. Bu arada bloga haber girme konusunda da yeni bir dönem olarak adlandırıyorum bugünü. Gerçi Ronaldo’dan beter oldu şu bizim sahalara dönüş hikayesi ama bu kez daha daha bir sağlam asıldım kramponun bağcıklarına. Kopana kadar da mücadeleden kaçmak yok.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Yazık bu adama

İbrahim Üzülmez, futbolcu olmayı başarmış. Ona bir lütuftur bu. Zira futbolcu olamasaydı başka bir iş bulamazdı kendine. Buna kim bu gazı veriyor, kim sensin paşam diyor bilemedim. Külhanbeyi gibi… Kim gelse karşısına, tokat, tekme ayar veriyor. Maç bitmiş, üç kuruşluk top oynamamışsın, kaybetmişsin. Kimsin ki gidip Ankarasporlu oyuncuya tokat atıyorsun? Şu adamı Beşiktaş kulübüne yakıştırıp kaptanlık verenlere, bırakın kaptanlığı forma verenlere yazık. Gol sonrası sevinci abarttı diye gönderilen Pascal Nouma, İbrahim Üzülmez’den iki gömlek iyidir rakip takım taraftar gözünde.

Seri uzadığı için kabak tadı vermemesi adına başlığı uzatmadım. Nefretverenler dedik ya. Cumartesi günü Tello’nun o yumruğunu 20 cm önünde göremediyse, yan hakem denen zavallı, bıraksın o bayrağı. Gitsin evinde Digiturk’ten seyretsin maçları. Çünkü kendisinden daha iyi olan hakemlerin önünü tıkamaya hakkı yok. MHK’nın da gözüne girsin o pozisyon. Ne durumda olduklarını görmeleri için.

Cumartesi maç ziyafeti

Cumartesi U14 ve U15 kategorisinde oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçlarını izledim. Fulya’da Şan Öktem Tesisleri’nde oynandı iki maç da. Ancak Fulya’da Şan Öktem Tesisleri diye bir şey kalmamış. Maçı Yemen Ekşioğlu, Mehmet Ekşi, Fenerbahçeli Müjdat gibi eski futbolcu kadrosuyla izledik. Yemen Ekşioğlu hayli dertli: “Şarapçıya, eroinmanlara verdiler tesisleri” diyor Şan Öktem binası için. “Çocukları burada gecekondulara koydular” diye de ekliyor.

Saat 12:30… U14 maçı için iki takım da sahada. İki takımın 10 numarası aynı zamanda kaptanlar. Beşiktaş’ın kaptanı meşhur Muhammed. Maçlar 35’er dakikalık iki devre halinde oynanıyor. Ve ikinci yarıya başlarken üç farklı oyuncuyu sahaya sürmek zorundasınız. Galatasaray Beşiktaş’a oranla oldukça kuvvetli. Aslında iki takım da A takımlarıyla benzerlik göstermiyor değil. Galatasaray sürekli ayağa oynuyor. Oldukça bilinçli. Topun arkasına geçmeyi iyi biliyor. Beşiktaş ise en kısa zamanda ileri uç oyuncularına nasıl top geçiririmin derdinde. Uzun-kısa fark etmiyor, aldıklarını 9-11 ikilisine atıyor. Muhammed demişken Galatasaray’daki 7 numara Samet’i de atlamamak lazım. Kısa boylu. Ancak kuvvetli. Topu aldığı gibi çizgiye de inebiliyor, içeri de dalabiliyor. “Bu çocukta iş var” dedirtiyor. Oyuncu değiştirme kuralı bir kez daha devreye giriyor ve hocalar toplamda beş mecburi değişiklik için yedek kulübesine başvuruyor. Ve Galatasaray’ın hocası kaleci değişimine gidiyor. Maçın bitimine 15 dakikadan az kalmışken yapılan bu değişim ters tepiyor. Girdiği dakikadan itibaren tedirgin gözüken 12 numara, son dakikada hatalı çıkıyor ve top ağlarda. Beşiktaş golü buluyor. Ardından son düdük. İşte maçın hareketi. Beşiktaş’ın antrenörü, hatalı gol yiyen ve maç sonrasında yere yığılan Galatasaray kalecisine koşuyor. Önce kaleciyi teselli ediyor, sonra takımını topluyor tribüne götürüyor. Unutmadan, karşılaşmada çıkan iki sarı karttan bir tanesi hakemi aldatmaya yönelik hareketten Muhammed’e çıktı. Ne kadar manidar değil mi? Daha bu yaşta…

Saat 14:20… Küçüklerden sonra sıra U15’te. Küçüklerden sonra diyorum, zira U15 takımı bayağı bayağı koca adam. Fizikler boylar, U14 takımının neredeyse iki katı. U14 kuralları burada da geçerli. Maça Beşiktaş başlıyor. Az önce biten maça oranla oldukça sert geçiyor. Fulya’da kemik sesleri! Muhabir olsa yarının başlığı hazır. Hakikaten de öyle ama. Kimse toptan sakınmıyor kendini. Kenardakilerin gözüne girebilmek için canla-başla top oynuyor. A takımla benzetmeler yapıyorum. Galatasaray’ın 11 numarası bildiğin Kewell. 3 numarasıysa Hakan Balta. Ancak bir 8 numarası var ki ayrıca bir cümleyi hak ediyor. Her topa basıyor, bir sağda bir solda. Bir bakıyorsunuz savunmada son adam, diğer pozisyonda son pası veren 10 numara. Sıra Beşiktaş’ın gençlerinde. 10 numara sol ayak ama Felipe gibi sağdan içeri girmeyi seviyor. Hocası da yol vermiş sağ kanatta oynuyor. Kartal’ın savunmasındaki ikiliden herhangi birini Gökhan yerine A takıma koy sırıtmaz. Ancak Beşiktaş’ın kaleci problemi alt yaş gruplarında da var. U14 ve U15 takımlarının kalecileri rakiplerine oranla oldukça kuvvetsiz ve kısa. İki yaş grubu maçında da kaleyi gören vurdu Galatasaray’da. Maç ilk yarıda 8 numaranın attığı gol ile 1-0 sona eriyor.

U15 maçı da sona eriyor. Maç sonrası biraz Mehmet Ekşi ile sohbet ediyoruz. Beşiktaş’ın alt yapı organizasyonunun oldukça büyük yol kat ettiğini ve bu konuda bir hegemonya boyutuna ulaşan Galatasaray hâkimiyetini yakalamak üzere olduğunu söylüyor. Ve Fulya’daki futbol ziyafeti gün için sona eriyor.

27 Kasım 2008 Perşembe

Bazen

En son Aragones’e Rıdvan Dilmen ayarını Selçuk Yula üslubuyla vermişim. Yüreğin yetiyorsa Alex’i kes çift forveti koy diye. Hakikaten de Porto gibi takıma orta sahada fizik gücü zayıf oyuncularla çıktı Fenerbahçe… Mecbur kaldı daha doğrusu. Artık kendimizi tekrar ediyoruz ama Fenerbahçe yönetiminin camiasını bu kadroyla Şampiyonlar Ligi’nde yarıştırmaya hakkı yok (bence)! Hem de transferde iki oyuncuya 20 milyon euro harcamışken. Takımda oynayacak üçüncü defans oyuncusu yok. Semih cezalı alternatif forvet oyuncusu yok. Rakip yarı sahayı geçtiği anda topa baskı yapacak doğru düzgün bir ön liberosu yok Fenerbahçe’nin…

Rakip Galatasaray, Eskişehir değil. Hatayı affetmiyor eloğlu. İki kez geliyor, iki gol atıyor. Birinde kaleciniz boşa çıkıyor gol oluyor, diğerinde taçtan gelen topa savunmanız iki defa müdahale edemiyor gol oluyor.

Bazen. Bazen takımlar için sezon kâbus gibi geçer. Ancak bu kabustan uyandıklarında daha kuvvetli olurlar. Mesela Galatasaray Fatih Terim ile bir sezonu çöpe attı. Ama ne oldu? Ertesi sezon bir temel attı ve sonraki sezon da şampiyonluğa ulaştı. Daha da öncesine gidersek Fenerbahçe, kazansa UEFA’ya gidebileceği maçı kaybetti. Onlar için kayıp bir sezondu. Ancak ne oldu? Fenerbahçe ertesi yıl yaptığı yatırımlarla şampiyon oldu.

Ben bu yıl Fenerbahçe için kayıp bir sezon olduğu düşüncesindeyim. Şampiyon olsa dahi geleceğe atılmış yarım adım bile yok. Ne önümüzdeki yıllarda Türk futboluna kazandırılacak genç bir yıldız, ne de mevkiler üzerine kurulmuş bir oyun sistemi. Bunu her futbolsever kadar Fenerbahçe Yönetimi de gözlemliyordur. Bu nedenle ben Fenerbahçe’nin önümüzdeki yıl bu sezon yaptıkları hataları analiz ederek çok daha doğru ve emin adımlar atacaklarını düşünüyorum.

Aslında yorumları önümüzdeki yıl için yapıyorum ama iyi değerlendirildiği takdirde bir ara transfer dönemi var. Ara transferde istenen oyuncuyu istenen bedellere almak bilindiği üzere oldukça zordur. Yine Maldonado, Josico ayarında bir oyuncu gelecekse hiç transfer yapmamak daha doğru. Şu saatte Aziz Yıldırım, Fenerbahçe hakkında neler düşünüyor bilinmez ancak futbol haznesi geniş olan Aragones hamlesinin doğru olabilmesi için takımı aynı mantıkla donatmak lazım. Artık aradaki ‘doğru’ kelimesini hamleden önce getirerek sıfat yapacak olanlar da Fenerbahçe Yönetimi…

23 Kasım 2008 Pazar

Nefretverenler #3

Daha önce konuyla ilgili iki yazı yazdım. Ancak ligde öyle maçlar çıkıyor ki sanırım bu seri daha çok uzayacak. Dünkü Galatasaray maçının hakemi Bülent Yıldırım. Şimdi hakemlerin işi hakikaten de zor olabilir. Egosu tavan yapmış hocalar, kendisini mahallenin kabadayısı sanan futbolcularla 90 dakika uğraşmak, aynı anda da maçı yönetmek şüphesiz kolay bir iş değil. Tribünlerden gelen tezahüratlar da cabası tabi. Ancak dün daha dakika 2. Bir hakemin bu dakikada oyundan kopması beklenebilir mi? Konuyu açmak istiyorum.

Dakika 2’de Ankarasporlu oyuncu kendisini ekarte eden Arda’yı önce formasından çekiyor sonra da iki eliyle belinden sarıldığı gibi yere indiriyor. Bu olay yan hakemin beş adım önünde, orta hakemin ise görüş açısında cereyan ediyor. İki hakem tek adam olamıyor işte. Pozisyonu kartsız geçiştiriyor Yıldırım. Keşke o faulü hiç çalmasaydı. En azından karakterinin bu denli zayıf olduğunu de-şifre etmezdi. Pozisyonun devam ediyor. Galatasaray frikiği kullanıyor, kale sahası içerisinde Arda Ankarasporlu oyuncu tarafından formasından çekilmek belinden kavranmak suretiyle bir kez daha yere indiriliyor. Bülent Yıldırım nerede biliyor musunuz? Ceza sahası dışında yayın sol çaprazında. Hani “Hocam Arda’yı indirecekler, pozisyonu iyi süzebilmek için yayın sol tarafında bekle” gibi bir istihbarat verseler ancak orada durulabilir. Tekrarı seyrediyoruz, benim için Türk hakemliğinin sona erdiği andır. Dakika 2. Bülent Yıldırım buz gibi, gözünün önünde, arada sinek bile yokken gördüğü yaka-paça indirilmeye penaltı çalamıyor.

Çok maçlara şahit olduk, şiş ve kebabın yanmaması için son anlarda gözden kaçan pozisyonlara, görmezden gelinen olaylara. Ancak bu ülkedeki futbolsevere yazık değil mi? İnsanlar bu maçları seyretmek için evine Digiturk, bilet alıyor, daha düşük bütçeye sahip insanlar kahvede sigara zehri içerisinde oturuyor. Ne için biraz olsun yaşamdan uzak olabilmek için… Kimin hakkın var bu maçları çekilmez kılmaya?

Maç devam ediyor biz bunları sorgularken. Aynı hakem Emre’nin arkadan asılarak çektiği pozisyonda günah çıkartıyor ve pozisyonu faul ile geçiştiriyor. Pozisyon buz gibi sarı kart. Şimdi dediğim gibi bu olaylar 90 dakikanın sonlarına doğru olabilir (aslında o anlarda da yaşanmaması gereken talihsiz olaylar zinciridir anlattıklarım), hakemin konsantrasyonu düşmüştür denebilir, yorulmuş görememiştir denebilir, kısaca bir şekilde bir kılıf bulabiliriz. Ancak henüz maçın 2’nci dakikasında ne oldu da maçtan böylesine koptun arkadaş.

Burada takım şak-şakçılığı veya fakir-fukara edebiyatı yapmıyorum. Hakemler konusunda yazmaktan da hep bu takım-taraf tutma konularından dolayı imtina ediyorum. Ancak dün gördüğüm cinayet yazılmayacak gibi değildi. Ben son yazıda “50’nci yılını geride bırakan Türkcell Süper Lig’de eğer Fenerbahçe-Galatasaray maçını yönetebilecek bir hakemimiz yoksa artık bazı konuları biraz daha ciddi sorgulamak lazım” demişim. Halt etmişim affedersiniz. Henüz gerilmeyen ortamda, maç günlük-güneşlik giderken sıradan bir Süper Lig maçını yönetecek hakemimiz bile oldukça az. O yüzden kimse kimseyi kandırmasın. Bir de bu ‘siyah giyen adamlara’ FIFA kokartını kim layık görüyor onu da anlamakta güçlük çekiyorum. Biz lütfedip kendi ülkemizde maç yönettiriyoruz, onlar da işmiş gibi bunlara FIFA kokartı veriyorlar. Yazık kokartı bu kadar ayağa düşürmeseler keşke.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Bilet parasını şimdiden ayarlayın

UEFA Kupası’nın biletleri 2 Aralık’tan itibaren satışa sunuluyor. Şükrü Saraçoğlu’nda oynanacak maçı tribünde seyretmek Olimpiyat Stadı’ndaki Final kadar fantastik olacak. Şimdiden üç-beş kuruş atın kenara. Önümüzde topu topu 10 gün var. Alalım biletleri sonra gelsin final günü…

Aragones Fenerbahçe'sinin Alex hali

Büyük kalemler ve derin bilgiye sahip futbolseverler yaparken ben bu halimle neyime gerek diyerekten pek analiz işine bulaşmıyorum. Çünkü hem bilgi anlamında derinlik sıkıntısı yaşıyorum hem de yazanların kişisel yetileri karşısında oldukça alt klasmanım. Ancak işte akacak kan damarda durmuyor. Fenerbahçe’de Alex’in dönüşünü ve Aragones’in İspanya’daki oyun şablonunu düşündükçe bir şeyler karalamak istiyorum.

Şimdi Aragones ilk imza attığında Alex’in Fenerbahçe’deki varlığı sorgulandı. Çünkü Aragones, hepsi koşan hepsi yaratıcı öylesine bir orta sahayı yönetiyordu ki Alex’in durarak oynaması İspanyol’un işini zorlaştıracaktı. Derken elde oldukça formda bir Semih ve hem taraftarın hem de yönetimin sahada görmek istediği bir de Güiza vardı.

Orta sahanın ihtişamından bahsettik bahsetmesine de peki İspanya 2008’de nasıl oynamıştı? Orta alan oyuncularının hücuma kattıkları zenginliğin yanında hareketli forvetler baskıyı hücumdan başlatarak takım tam sahada bir alan savunması yapıyordu. Oyuncuların hepsinin birbirinden kaliteli olması Aragones’in işini kolaylaştırmıştı. Savunması da Puyol’un önderliğinde iyi iş çıkarında hücum takımı her maçta gücünü ortaya koymayı başarıyordu.

Bugün… Şüphesiz Fenerbahçe Aragones’e imza attırırken kadrosuna transfer ve derinlik katma konusunda hocasına bir güvence vermiştir. Eğer vermediyse ve bu hoca da günün birinde savunmasını Can-Yasin, orta alanını Maldonado-Josico ikilisinden oluşturacağını bilerek sözleşme imzaladıysa bu ülkeye tatile gelmiş demektir. Ancak sanki ihtiyacı yokmuşçasına transfer sezonunu en verimsiz geçiren takım Fenerbahçe oldu. Diğer takımlar kadrolarını yetenekli ve gerekli oyuncularla takviye etti. Yetmediği gibi mevcut kadrolarını da korumayı başardı. Ve en büyük kaybı da Fenerbahçe verdi, Aurelio gibi bir sigortasını yitirdi. Üzerine tam bir ay Senna’nın kapısında yatarak vakit kaybetti. Ve Türk futbolunun son dakika gece transferlerinden bir tanesine imza atarak Josico’yu getirdi. Transferde fonun büyük bölümü Güiza’ya gitmiş, Senna konsantrasyonu diğer alanlardaki açığın gözden kaçmasına neden olmuştu ve Fenerbahçe kadro derinliğinin olmadığını nihayet fark ediyordu. Ne zaman mı? Transfer sezonun son bölümünde Deivid’in sakatlanmasıyla...

Bu kadar polemiğin ardından yazının ana konusuna dönüyorum –nihayet-. Fenerbahçe yarın gündüz maçında Ankaragücü ile karşılaşıyor. Ben bu maçı iple çekiyorum. Geçtiğimiz maça iki forvet ile çıkan ve orta alanda yükü hücum gücü kısıtlı Josico-Selçuk ikilisine veren Aragones, kanatları da Uğur ve Deivid'in yeteneklerine bırakmıştı. İşte bu sistem Aragones’in İspanya’da uyguladığı sistemin Fenerbahçe versiyonuydu. Aynı sistemle Galatasaray’ı da yenmişti. Çünkü bu sistem hücum oyuncularının prese katılmasıyla rakibin oyun alanını daraltıyor, pozisyon verilmesini engelliyordu. Aynı şekilde hücum çeşitliliği yaratıyor, takım oyunun tek hakimi oluyordu. Ankara maçına da aynı mental yapıyla çıktı Fenerbahçe. Derken Semih sakatlandı, Emre oyuna girdi. Yani Alex’li sisteme dönmüştü Fenerbahçe. Değişikliğe bağlamayacağım ancak Sarı-Lacivertliler Ankaraspor karşısında dönem dönem kontrolü kaybetti. Ve topun hakimi Ankara takımı oldu. İşte o anlar -söylemeye gerek yok- orta alandaki iki kanat oyuncusunun oyundan düştüğü veya savunmayı bıraktığı anlardı. Oysa aynı Uğur Galatasaray karşılaşmasında da oyundan düşmüştü. Aynı şekilde sakat Deivid de maç eksikliğinden dolayı durarak oynayabilmişti. Ancak takımı oynatan sistemdi. Orta alan ve hücum öylesine bir pres yapıyordu ki Galatasaray sahasına hapsoldu. Ankaraspor karşısında bu yoktu. Çünkü oyuna ikinci bir forvet değil bir orta alan oyuncusu girmişti.

Yarın deplasman maçında Semih, Uğur, Carlos yok. Muhtemel olarak Alex 11’de olacak. İşte bu şart mı diye sorguluyorum. Tamam kadro derinliği Alex’in oynamasını neredeyse mecburi kılıyor ama ortada da bir gerçek var. Bu takım kötü futbol oynadığı maçların hepsinde Alex taktiğini uyguladı. Aynı anda göze hoş gelen futbollarını Alex’in olmadığı ara dönemde sahaya yansıttı. Alex’in yokluğu Aragones’in işini kolaylaştırmıştı şimdi Alex’li dönem terletecek. Bakalım İspanyol hoca yarın sistemini Alex ismine ezdirecek mi? Yoksa Alex’i kulübeye çekerek ben kendi doğrularımı uygularım ayarı mı verecek? Bence ilki olacak ve Fenerbahçe yavan futboluna sert bir dönüş yapacak…

20 Kasım 2008 Perşembe

34 dakikalık formayla jübile

Milli Takım’ı bıraktığını duyunca ikinci profilin kahramanı Savo Milosevic oldu. Formasının yakasını kaldırdığı ve takımının harika geri dönüşünü hazırladığı Euro 2000’deki Slovenya maçından hatırlıyorum. Hakikaten de maçı hatırlamışken iki cümle de karalamak lazım. Ne maçtı ama! Hakkını yemeyelim kıvırcık küt saçlı Zahovic’te kariyerinin etkileyici maçlarından bir tanesine imza atmış, Yugoslavya’dan ayrılan Slovenya maçta 3-0’ı yakalamıştı. Derken maçın son çeyreğinde Mihajlovic kırmızı kart görmüş, Yugoları kalan dakikalarda yalnız bırakmıştı. Ancak sahneye Savo çıktı. İki golü ağlara gönderen Savo’ya Jardel’in Porto'dan kankası Drulovic eşlik etti ve Yugoslavya altı dakikada üç golle maçı 3-3’e getirdi. Ve bu maç Avrupa Şampiyonası’nın unutulmaz maçları arasına girdi. Aynı turnuvanın iki gol kralından bir tanesi de (Kluivert) Savo Milosevic’ti…

Konumuza dönecek olursak Savo Milosevic, Partizan futbol fabrikasının Avrupa futboluna servis ettiği en büyük yıldızlardan bir tanesi. 1992 yılında Partizan’ın A takımında oynamaya başlayan Milosevic, oyun özellikleri açısından tipik bir hedef santrafor… 187 cm boyuyla hava toplarında ne kadar etkiliyse sağdan soldan gelen toplara ayağını sokması ve ceza alanını karıştırmasıyla da ünlüdür kendisi... Sırbistan’dan İngiltere’ye dikey geçiş yapan Savo, sekiz yılda sezon başına 32 maça çıkar ve her iki maçta bir golünü atar. Bu arada yolu daha sonraki yıllarda ikamet edeceği İspanya’ya düşer. Real Zaragoza’da iki sezon geçirdikten sonra yanlış bir seçime imza atar ve Parma’ya transfer olur. İşte Çizme’nin havası herkese yaramaz. İtalya’da boşa geçen iki yıl ve İspanya’nın yolları taştan.

Bonservisinin Parma’da olduğu son dört yılın üçünü İspanya’da geçiren Savo, bir nevi Yılmaz Vural - Hikmet Karaman arası bir misyon edinmiştir. İspanya’nın orta sıra takımlarında ter döken Savo, yukarıdaki ikilinin aksine ortaya performans koyar. Ve hayatını İspanya’ya kaydırdıktan sonra iş uzun süreli hayat kurtarma sözleşmesine gelmiştir ve Savo bu sözleşmeyi 2004 yılında Osasuna ile yapar. Osasuna’da üç yıl görev yapan golcü Savo, daha sonra futbola ne diye girdikleri belli olmayan Ruslar’ın Rubin Kazan takımıyla anlaşır. Ve aslanlar gibi şampiyonluk yaşar yeni takımında.

Savo’nun en ilginç yanı bence yukarıdaki kariyeri değil. Kalburüstü her golcü aynı kariyeri yapabilir. Ancak her golcü üç yarı Milli Takım’ın formasını giyemez… Savo önce Yugoslavya, ardından Sırbistan Karadağ, son olarak da Sırbistan Milli Takımları’nın formasını terletti. Kolay değil 102 kez giydiği Milli Forması bölünmeler yüzünden rekor özelliği taşımıyor. Üstelik son maçı saymazsak Sırbistan formasını giymişliği de yok ama kader işte, jübilesini sadece 34 dakika giydiği formayla yaptı. Sırbistan – Bulgaristan maçında sahaya son kez Milli formayla çıkan Milosevic, iki gol attı iki de penaltı kaçırdı. Bundan böyle Savo’yu Spormax’in yayın takvimi el verdikçe yeni sezonda Gökdeniz, Hasan Kabze ve Tomas kardeş ile birlikte izleyebileceğiz. Buna da şükür…

Teşekkürler Di Stéfano

Hakikaten aklım ermiyor. Tamam, bazen haddinden fazla tembel olabiliyorum ama yine de Aceto’ları, FlyingDutchman’leri, Borges’leri, İyiortagololur’ları ve daha sayamayacağım bayağı bir blogu her sabah yeni girilmiş haberleriyle görünce kendimden utanıyorum. Ben değilmiydim, bu işe başlarken sabah akşam yazı gireceğim diyen. Ne oldu? Ben söyleyeyim yalan oldu. Ama durun... Efsane küllerinden doğar... Bugün milattır. Biz takip eden yok diye üzülürken Di Stefano yorum yapmış, eksik olmasın. Bundan sonra daha sık gireceğim haberleri. Efsaneler kendi küllerinden doğarmış. Teşekkürler Di Stefano, bu blogu tekrar hayata kazandırdığın için…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Nefretverenler #2

Bir hafta önce nefretverenler başlığı altında sinir harbi içerisindeki bir futbolseverin düşüncelerini yazmıştım. İçinde saçmalık var, düzeysizlik var, ama doğrular da var. Bugün ise Türkiye’nin değil Avrupa’nın önde gelen rekabetinin ardından nefretveren bir hakem yönetimine isyan eden bir futbolsever olarak düşüncelerimi yazıyorum.

50'nci yılını geride bırakan Türkcell Süper Lig’de eğer Fenerbahçe-Galatasaray maçını yönetebilecek bir hakemimiz yoksa artık bazı konuları biraz daha ciddi sorgulamak lazım. Dün görüldü ki bizim Merkez Hakem Komitemiz, yanlışlar, eksiklikler, hatalar ve kaos üzerine kurulu. Son beş yıldır tartışılmayan sezon yok diyoruz ya… İşte bu tartışmaları sonlandırabilecek bir yönetim de yok ortada. Sanılmasın ki ben Galatasaraylıyım ve Fenerbahçe’nin galibiyetine gölge düşürüyorum. Fenerbahçe müthiş oynadı. Ve galibiyeti sonuna kadar hakketti. Ama ortada da bir gerçek var. Fenerbahçe ne kadar iyi oynadıysa Hüseyin Göçek arkadaşımız da maçı o kadar şuursuzca katletti.

Tek tek pozisyonları yazarak sığ yorumlar yapmayacağım. Açık ve net. Dakika 14… Budur Hüseyin Göçek’in kontrolünü kaybettiği dakika. Bu dakikadan sonra Kırmızısı-Laciverti, aleyhte-lehte, doğru-yanlış ne karar verdi ne yorumda bulunduysa şuursuzcadır. Lincoln’ü atamaması, penaltıyı çalamaması bir yönetim standardı olmamasından ve karakter olarak sağlam duramamasındandır. Baskı altına girerek önündeki pozisyonları doğru-dürüst süzememesi verdiği kararların altında ezilmesindendir. Oyunun içinde olacağım diye iki takım oyuncularıyla ver-kaç mesafesinde durması bilgi ve deneyim açısından yetersizliğindendir.

Yukarıdaki paragrafta ağır eleştiri de var, kızgınlık da, belki haksızlık da… Ama gerçeklik var aynı paragrafta. Kızgınlık duyan bir taraftarın değil bir futbolseverin isyanı da var. Nasıl ki taraftarlar maçlarda hakemler konusunda ‘acabalar’ yaşıyorsa eminim ki MHK da yaşıyordur. Çünkü elde hakem yok.

Bundan sonraki işim UEFA’ya mail yazmak olacak. Bahsedeceğim çarpık hakem kurulumuzdan. Hakemlerimizin yetersizliğinden ve tecrübesizliğinden... Yetmeyecek maç vermemelerini isteyeceğim. Hatta ısrar edeceğim hatta ve hatta yalvaracağım. Bizi yıldırıyorlar, bari Avrupalı taraftara işkence çektirmesinler.

İşin şakası bir yana bu kadar hatanın, yanlışın ve kötünün olduğu yerde önce kötülerden başlamak daha cazip geldi bana. Arkadaşlarımız fosforlu renkler giyerek samimi gözüküyorlar gözükmesine ama dikkat etsinler bu kötü yönetimlerle ‘Siyah Giyen Adamlar’ olma konusunda da hızla ilerliyorlar.

7 Kasım 2008 Cuma

Futbol cümbüşü

Bu hafta sonu Avrupa’da fazla mesai var. Tatil günlerini evde geçirecek olanlar yaşadı. Futbolu sevenler için bayram var iki gün.

08 Kasım Cumartesi
14:45 Arsenal - Manchester United – Spormax
20:00 Monaco - Olimpique Lyon Kanal A
16:30 Hamburg – Borussia Dortmund - Kanal 24

09 Kasım Pazar
18:00 Schalke 04 - Bayern Münih - Kanal 24
19:00 Fenerbahçe - Galatasaray - Lig TV

Süperdi...

Bu maçın ‘süperdi’ dedirteni Emre Aşık’tı. Yaş gelmiş 36’ya. Zaten ağırdı biraz daha ağırlaşmış ama halen bildiğimiz gibi. Havada Türk oyuncular arasında üstüne tanımam. Yer tutma konusunda da iyidir. Ve işte dün olduğu gibi arada çıkar golü atar düğümü çözer. Bu arada gol atmasaydı kürsüyü Karan’a ayırmıştım. Dün o da umursamaz görüntüsünden uzaktı nihayet…

Skibbe'nin Galatasaray'ı

Galatasaray sezonun başından bu yana kötü maçlar çıkarmış olsa da aynı mantıkla oynuyor. Üç farklı sistemi tek mental yapıyla uyguluyor. Ve gün geçtikçe futbolunu geliştiriyor, güzelleştiriyor. Dün… Benfica deplasmanından çıkmak hakikaten de kolay değil. Aslansınız, yaparsınız diyen şak-şakçıları saymazsak çoğu kişi sezon başından bu yana evinde bileği bükülmeyen Benfica’nın Galatasaray’ı yeneceğini düşünüyordu. Hakikaten de Galatasaray’ın mağlubiyeti pek sürpriz sayılmaz, beraberliğiyse normal sonuç olarak görülebilirdi. Ancak Galatasaray sezonun başından bu yana en komple futbolunu oynadı. Geride az pozisyon verdi, ileride pozisyon yakaladı ve en önemlisi topa sahip oldu. rakibi oynatmadı, pres yaptı. Çok top çaldı. Ve galibiyeti hak eden bir futbol koydu ortaya.

Futbolcuların böylesine özverili oynaması şüphesiz galibiyetin kilit noktası. Ancak Skibbe’yi de alkışlamak gerektiğini düşünüyorum. Arda’nın galibiyet sonrası hocasının elini kaldırmasından ve tribünlere alkışlattırmasından sonra daha bir dikkatle takip ediyorum, sahayla kulübe ilişkisini. Takım hocasını seviyor. Ve hocasını kaybetmemek için de varını yoğunu koyuyor sahaya. Sonra, aradan zaman geçti Skibbe’de takımı tanıdı. Artık hangi maçta hangi oyuncusunun etkili olabileceğini görüyor. Adam kayırmıyor.

Sözü Skibbe’ye bağladım, çünkü bu konuda doluyum. Daha önce yorum yazdığım ‘forum’da çoğu kez Skibbe’ye haksızlık yapıldığını savunmuştum. Görmeliydiniz yorumları… Neyse olayı ‘ben demiştim’ noktasına getirmek istemiyorum. Amaç o değil. Amaç, ne kadar kolay insan harcadığımız. Ben Skibbe’nin Türkiye’de ve Avrupa’da başarılı olacağına inananlardanım. Zira kariyerinin tam da olgunlaşma evresinde. Ve Galatasaray gibi Avrupa’da tanınan, aynı zamanda saygı gören bir takımın başında.

Asla sıkı takipçisi olmadım ama ara ara bakmadan da edemiyorum. Özellikle de büyük takımların mağlubiyetleri ve sürpriz puan kayıpları sonraları okuyorum, Türkiye’nin spor gazetelerini. Spor dediysek futbol… Bu kez galibiyet sonrası okudum köşeleri. Aralarında Eusebio-Hakan ilişkisi kurup eleştireni de gördüm, sütun boyunca ne yazdığı anlaşılamayan adamları da, Lincoln ve Skibbe konusunda pişkince yorum yapanları da… Birkaçı hariç alayı skor yazarı. Skibbe’yi puan kaybı sonrası eleştirenler bu kez bir numara yapıyor.

Gazetelerde yer işgal eden kişilere de salladıktan sonra esas mevzuuyla yazıyı bağlayalım. Galatasaray bu galibiyetiyle bana göre liderliği kaptı. Lig usulü statüde 1’inci olmak çok önemli. Benfica maçı da hem bu uğurda hem de hafta sonu oynanacak derbideki moral açısından büyük bir önem taşıyordu. Galibiyetle sona erdi yol yarılandı. Sıra Kadıköy’deki sınavda.

4 Kasım 2008 Salı

Nefretverenler

Avrupa futbolunu seyredip, Türkiye’ye dönünce hakemlerimize olan nefretim iki kat artıyor. Merkez Hakem Kurulu bildirgesinde, bu hakemleri bu şekle sokacak kadar neler yazıyor merak ediyorum. Ben birkaç tane çıkardım:

- Futbolculara asla güler yüzlü davranmayın. Özellikle mimli futbolculara asla hoşgörüyle yaklaşmayın (Hoşgörü: Futbolcunun derdini dinlemek, yakın temas).

- Suratınızda her an itici tavrı koruyun. Futbolculara insan olduklarını hissettirmeyin.

- Sadece sahada ter döken takım taraftarlarını değil, hem futbolseverleri hem de televizyon izleyicisinin nefretini hak edin.

Hani surat ifadelerinde bir iğrençlik olur, ama maçı da hakkını vererek yönetir eyvallah deriz. Ancak o da yok. Yarısı gözünün önünde cereyan eden pozisyonları süzemiyor. Görenin gördüğünü çaldığı tartışılır. Son beş yıldır hakem tartışmasının yaşanmadığı sezon yok. En az bir beş yıl daha aynı güvensizlik ve eleştirilerle birlikte geçer gider.

1 Kasım 2008 Cumartesi

siftah yok!

Çok itimat etmiyorum. Daha doğrusu etmek istemiyorum. Meğer kaç haftadır dükkanı siftahsız kapatıyormuşuz da haberimiz yokmuş… Belgesi yukarıda siteye bir kişi bile ziyaret etmemiş başladığımızdan bu yana. Rakamlar öyle söylüyor. Herhalde bir problem var, eksik olan bir şey var diye ümit ediyorum. Ve yılmıyorum, arkadaşlarımın “ortalık kurulup da bir haftada kapanan bloglarla dolu” sözlerine karşın bu blog yaşayacak.

kaldığım yerden...

Kitap fuarı büktü belimizi… Son girdiğimiz yazının tarihi an itibarıyla 20 gün öncesini gösteriyor. Neyse uzun lafın kısası istikrarlı bir biçimde yazmaya devam edeceğim. Gerçi kimin takip ettiği de belli değil. Bu da sonraki yazının konusu. Hem de belgeleriyle…

14 Ekim 2008 Salı

Profesyonel düzeyde sağ bek

Halı sahada oynayan herkesin başına gelmiştir. Geride oynuyorsunuzdur, nadiren ileri çıkıyorsunuzdur, bu çıkışlarınızdan bir tanesinde bomboş vaziyetteyken takımın esas oğlanı, Hasan Şaş’ın halı saha versiyonu size bomboşken pas atmak yerine çalımı deniyordur ve topu kaybediyordur. Savunmada yerinizi kaybetmişsinizdir, rakip hızlı çıkmaktadır ve hem taktiksel hem de görevsel açıdan geriye koşmanız gerekmektedir. Ancak esas oğlana tepki amacıyla elinizi şöyle bir savurur, “hep ben mi koşacağım arkadaş” diyerek pozisyonu ağır ağır adımlarla geriye dönerken takip etmişsinizdir. Büyük bir kızgınlıkla… Bugüne kadar halı sahalarda sıkça görülen bu sahneye profesyonel düzeyde rastlamamıştım. Ümit Milli’lerin Belarus deplasmanında maçın 80’li dakikalarına henüz girilmişti. Durum 2-0 mağlup, ilk maçı 1-0 kazanmışız. Tek gol şampiyonaya katılmak demek. Sözü uzatmadan, Aydın Yılmaz topla kaleye paralel bir driplinge başlıyor. İlk oyuncuyu geçiyor. Derken sağda Orhan Şam, inle cinle takılıyor. Bomboş pozisyonda düzgün ortayı açsa tehlike büyük. Ancak Aydın bir çalıma daha girişiyor. Topu kaptırıyor, gerisi yukarıdaki yaşanmışlığın bir kopyası. Orhan da elini sallayarak geriye koşmuyor, kendi kendine pozisyonun öfkesini yaşıyor. Profesyonel bir futbolcunun buna hakkı var mı? Henüz önünde 15 dakika kadar bir vakit varken bu neyin umursamazlığıdır. Aydın’ın pas atmayarak, çalıma girmesini eleştirmek yazının konusu değil. Onun egoizmi daha farklı bir tartışma konusu. Ancak ben Milli Takımlar düzeyine erişmiş bir oyuncunun nasıl böyle bir tavır takındığını merak ediyorum. Ve bir daha ki Hacettepe ya da Orhan Şamlı bir Ümit Milli maçını seyretmek istiyorum. Erken hükmetmemek adına yazının devamını o maçın ardından getireceğim. Ayrıca maç hakkında hiç konuşmuyorum. İlk maçta o kadar gol kaçar, fırsatlar lakaytça harcanırsa böylesine skorlarda da dövünmenin anlamı yok.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Polis açtı, doktor attı Faroe puanı kaptı

Dünya Kupası elemelerinde gecenin sürprizi bence Faroe Adaları’dır. Nüfusu toplasan Beşiktaş kadar. İşte o kadar adam arasından kasabıydı, polisiydi, doktoruydu bir Milli takımı var. Diğer taraftaysa Avusturya. Faroe kendi evinde aldı bir puanını. Diğerlerine göz atacak olursak, bir ekol olan ancak bu aralar yokuş aşağı sürüklenen Çekler’in Polonya’ya yenilmesi sürpriz değildi. Keza Almanya, İspanya, İngiltere, Danimarka, Hollanda gibi grup favorileri kayıpsız kapattı geceyi. Bunun yanında İsviçre bu sefer de Letonya’ya takılıyordu. 10 kişi kalan rakibi zorla devirdi. Euro 2008’in dikkat çekenleri Hırvatistan ve Portekiz 3’üncülüğe, Fransa ve Rusya 4’üncülüğe düşerken Romanya 5’incilikte… Bir de Yunanistan gerçeği var. Euro 2008’de yerleri süpürdü, elemelerde üçte üç yaptı liderliği kaptı. Unutmadan 8 attı gol yemedi. Sanırım Afrika’da yine yavan, tatsız tuzsuz bir Yunanistan izlemek durumunda kalacağız.

2 resim arasındaki 7 fark #1

Blogda 'süperdi' bölümünün ardından süregelecek bir başka dizi de 2 resim arasındaki 7 fark. Bu klasik bulmaca kategorisi altında iki farklı pozisyonda yeri gelecek hata yapan ile hata yapmayanı bulacaksınız yeri geldiğinde halef ile selefini. Elden geldiği kadar birbirini çağrıştıran veya birbirine zıt olayları bu bölümde resimleyeceğiz. İlk kare Bosna Hersek maçından Volkan ve Hasagiç.

Ne oluyor orada

Bosna Hersek maçında Fatih Terim’in saçları dikkatimi çekti. Hoca inceden inceye ektiriyor mu nedir? Üste kat çıkıyor galiba...

Süperdi...

Bundan böyle blogda yer alan her maç analizinin veya her haftanın bir tane ‘süperi’ olacak. Oynadığı futbolla veya yaptığı takdir görecek bir davranışla dikkatleri cezbeden arkadaşımızı biz de buradan alkışlayacağız. Milli maçın süperi malum, Sabri. İki golü de hazırladığı gibi, savunmada da inanılmaz kademeler yaptı. Bütün maç ileri-geri çalıştı. Kazım, önünde figüran kaldı. Her ne kadar hakem ve rakiple olan münakaşalarından dolayı pek sevilmese de süratiyle, çabukluğuyla iyi kanattır Sabri. Normal bir Sabri performansı değildi Cumartesi günkü Bosna maçı. Hap mı attı, şırınga mı aldı ne yaptı, yerinde duramıyordu.

Açılın ben Sabri'yim

Son girdiğimiz postun zamanından belli. Milli maç havası henüz bedende dolaşmaya başlamamış. Herkes farklı bir alemde. Futbolun gündemi birbirine girmiş. Denizli’siydi, Skibbe’siydi, Aragones’iydi, Milli maçın geldiğini idrak edemedik. Hoş bu kez arada Terim de ayar vermedi ama yine de Belçika maçından sonra hayli önemli bir karşılaşmaydı Türkiye için… Birileri kulaklara fısıldamış olacak ki fiyatlar düşmüş taraftar tribündeki yerini almış. Biraz Bosna’yı fazla büyüttük hissi vardı. En önemlisi de fizik güçleri bizim takımdan bile kötüydü. Sonuçta Euro 2008 karakteriyle geriden gelip galibiyeti kazandık. Galibiyette şans da yanımızdaydı. Hem onlar beceriksizdi hem de Sabri harika bir performans sergiledi. Oysa ki bu sene bir türlü bu çizgiyi yakalayamamıştı. Dikkatimi çekti bir de Beşiktaş’tan alıştığımız kulüp- Milli Takım performansları Galatasaray’da da görülüyor. Servet, savunmadan oldukça nadir çıktı ve genelde top kullanmaktan kaçındı. Sabri gecenin kahramanı oldu, ligde çizginin altında. Hakan bayağı bayağı bindirme yapıyor soldan. Ayhan desen eveleyip gevelemeden dikine oynuyor. Bunları görünce de şaşıyor insan. Herhalde Terim iyi ara gazı veriyor. Neyse, önümüzde Estonya maçı var. Kendileri biz Bosna maçını oynarken İspanya ile oynadı ve üç fark yedi. Onlar için bir tamam-devam maçı bizim maç. Stres altında olacakları kesin. Kadro olarak onlardan üstün olduğumuz da. İspanya’nın olduğu bir grupta yapılacak en saçma kaybı yaşadıktan sonra orta sırada puan kaybı yaşamamak lazım.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Arada bir Süper Lig

Hafızam bana aynı anda üç büyük takımın teknik direktörlerinden memnun olmadığı bir dönemi anımsatmıyor. Sağlam gitti, Skibbe’ye mesaj çekiliyor, Aragones için de sözleşmedeki ağır tazminat maddesinin sonlanacağı tarih bekleniyor. Ve bu şartlar altında takımlardan ikisi hem Avrupa’da hem de Türkiye’de başarı ararken öteki sadece Türkiye’de şampiyonluk hesabı yapıyor. Hedef belli üç takım da ‘Dere geçerken, at değiştirilmez’ söyleminin tersini kanıtlama peşinde. Zira ne Galatasaray ne de Fenerbahçe hocasından memnun… İkisi de çaktırmadan alternatif arıyor. Diğer taraftaysa Ersun Yanal geleneği Trabzonspor ile can buluyor ve Bordo-Mavililer, ligi ilk haftalarda domine ediyor. Bursaspor ise büyüklerden rol çalıyor. Hani klasik muhabbetler vardır ya bu sene kim şampiyon olur diye, aslında sonucu bellidir, kadrolar ve oyun yapıları şampiyonu söylemese de ilk ikiyi fısıldar. Bu sene mi? Ben daha emin olamadım. Fenerbahçe deplasmanda neler yapacak, Galatasaray karşısına çıkan her dişli takıma karşı kayıp yaşayacak mı? Beşiktaş hoca değişikliğinden nasıl etkilenecek? Trabzonspor 10. haftadan sonra kaybolur mu? Kayseri, Sivas, Bursa ‘Anadolu’dan şampiyon çıkamaz’ sözünün altında ezilecek mi hiçbir şey belli değil… Bir tek aşağısı bu sene kimseye acı çektirmeyecek gibi. Gidecekler ufaktan eşyaları topluyor ne kendi taraftarının ne de futbolseverin son haftalarda hesap yapmasına mahal vermeden fişlerini kendi çekiyor. Diğer yandan üzgünüm, Gençlerbirliği bu ligde yine kalacak belli. Sonra İsmail Güldüren, tekmeye devam edecek. Birileri Raşit Çetiner’i görevden alacak. Beşiktaş her zaman olduğu gibi tüm küstahlığıyla adam harcayacak. Galatasaray’da gelen her hocanın başında Demokles’in kılıcı var işi kolay değil. Fenerbahçe’de ise durumu Flying Dutchman çok iyi tahlil etmiş. Yani bu yıl biraz karmaşa biraz da sürpriz ile geçecek belli. Bu arada yazı uzun ve karışık oldu ama ligin hali de bundan farklı değil.

7 Ekim 2008 Salı

Burası Beşiktaş, burda atış serbest

Tespih serisi dedik, yönetim de yüzümüzü kara çıkarmadı sağolsun. Amatörlüğün zirvesinde adımlar atarak ön görümü destekledi. Şimdi piyasaya sürmenin tam zamanı.

Esas konuya dönecek olursak, bugün üzüntüyle seyrettik Ertuğrul’un basın toplantısını. Dağladı futbolseverlerin yüreğini. Kendisi de dedi ya “Benim gelişim de gidişim de olaylı oluyor” diye… Haklı adam. Scala zamanında da kampın sonunda habersizce Samsunspor’a verilmişti. En az bugünkü kadar fütursuz ve saygısızca koparılmıştı Beşiktaş’tan… Her sözünde ince bir ayar vardı. Daha da beter sallardı yönetime de bakma Beşiktaşlılığı’ndan sustu. İyi de yaptı. Takımı ne olursa olsun yüzüstü bırakmadı. İstifa ettiği dönem de oldukça manidardı. Sevmediği ve bunda sonuna kadar haklı olduğu sevimsiz yönetimine hoca bulması için on günlük bir süre tanıdı.

“Şimdi görüşmediklerini iddia ettikleri isimlerle görüşsünler” gibisinden de bir cümle kurdu. Aynen öyle şimdi takımın başında Ertuğrul varken, çekinmeden yaptıkları görüşmeleri daha rahat yapabilirler. Sanmıyorum ki bir B planları olsun. Onlar daha da büyük başarısızlıklar hak ediyorlar ama ya taraftar. Hakikaten yazık! Bir futbolsever olarak bir yönetimin bu denli acemice ve hayasızca davranarak kendi taraftarına saygısızlık etme hakkı yok diye düşünüyorum. Bence hoca değiştirmektense tez elden bir Olağanüstü Genel Kurul kararı alsınlar. Hem kendileri hem de Beşiktaş için en hayırlısı bu. Ve yazıyı Ertuğrul'un sözleriyle noktalayalım: "Adam gibi geldim, adam gibi gidiyorum." Yolun açık olsun Ertuğrul Sağlam...

Haydi hayırlısı...

Bu sene Galatasaray’ın senesi mi olacak ne? Bu kadar şans herkesin kaderinde yazmaz. Steau ve Bellinzona’yı kimlerin arasından çektiklerini biliyoruz. Şimdi de UEFA gruplarında çekilebilecek en iyi iki gruptan birine attı kapağı. Sonu benzemesin. Steau’da da elleri ovuşturmuştuk ama sonrasında geriye hüzün kalmıştı. Bir de şans sadece kurada değildi. Çektiği fikstür de on numara. Adnan Sezgin kendi hazırlasa herhalde fikstürü aynen böyle yazardı.

6 Ekim 2008 Pazartesi

Aghahowa'nın taklaları

Kulakları çınlasın Martins de böyle takla atıyordu golden sonra. İnsan böyle adamlar gol atsın istiyor. Sadece şu taklalar Aghahowa'nın bonservisine +500 bin dolar katar.

5 Ekim 2008 Pazar

Ara pası Atkinson, pardon Aghahowa

Beşiktaş için dedik ama bu sene şu tespih olayına ucundan Fenerbahçe, Galatasaray da girse karlı çıkar. Neyse konuya dönelim. Malum Atkinson’ı herkes tanır. Galatasaray maçındaki karbon kağıdı koyarak attığı üç gol sonrası aldığı lakabı da bilmeyen yoktur: Ara pası Atkinson… Bugün Aghahowa’da Atkinson gibiydi. Savunmanın arkasında Aghahowa. Atkinson kadar uymadı ama Nijeryalı şovunu yaptı. CM oynayanların hepsi tanır bu Nijeryalı’yı. Muhtemelen Wigan transferinde de Kayseri transferinde de bu CM’deki mahlasının payı vardır. Premier Lig’de ‘Doğan görünümlü Şahin’ havasında takılan Aghahowa, bizim Süper Lig’imizdeyse maşallah solu kapatmış Porsche misali havasını atıyor. Ne maçtı ama… Maç dediysem, Fener-Kayseri maçının bizim Playstation kapışmalarından farkı yoktu. Eskiden millet hızlı diye Roberto Carlos’u forvete alırdı, haliyle o da ağır savunmacıların arkasından arap atı gibi soldan gelir golünü atardı. İşte bu misal, Aghahowa’da Fener defansının başına bela oldu. Bunda Aragones’in de payı var. Çizi savunmanın dert olacağını herkes anladı, ancak hoca taktiği değiştirmedi. Sonrası mı? Kayseri, Fener savunmasının arkasına kaç uzun top attı, Aghahowa kaçını indirdi, yan hakem kaç ofsayt bayrağı kaldırdı, Volkan kaç defa hatalı çıktı, Maldonado-Selçuk-Önder sonradan katılan Deniz-Yasin toplulukları kaç pas hatası yaptı sayıları unuttum. Bu arada Fenerbahçe- Kayseri maçı hakkında bu kadar konuşmuşken bir iki cümle de Turgay’a. Maşallah, fiziğini müthiş kullandığı gibi, sürati ve tekniği de dikkat çekecek kadar iyi. Ancak biraz ego problemi var. Mehmet ağabeyi gibi. Onu da aşar herhalde.


Şimdi bir tarafta Fener, bir tarafta Galatasaray puanları havuza attı. Ekseriye hepsinin hocası tartışılıyor. Ertuğrul’un bileti kesildi mi yoksa devam mı belli değil. Skibbe kenarda ama huzursuz. Aragones’in olayı tamamen farklı. Sanırım sözleşme maddesinden dolayı bir iki ay daha uzatacak tatili.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Beşiktaş tespih serisi

Beşiktaş’ta yaşanacak olası gelişmeleri tahmin etmek için ne kulüp içerisinde yer almaya gerek var ne de medyum olmaya. Prens Demirören, maşallah bakkal gibi yönetiyor Beşiktaş’ı… Daha sezonun başında hoca değişimi için kolları sıvadı. Bu Ertuğrul’un Beşiktaş’taki 2’nci sezonuydu. Ama görüntü itibarıyla son sezonu olacak. “İstifa tek taraflı bir müessedir” diyen Demirören, Ukrayna’ya gitmişken Lucescu ile de görüşmüş. Lucescu gelmiyorum derse ne olacak? Bir dakika Lucescu gelmiyorum demez değil mi? Parasıyla değil mi, herkesi getirir Prens Demirören. Tüm bu gelişmeleri görünce aklıma geldi. Beşiktaş siyah-beyaz şöyle motifli, oltu taşlı fiyakalı bir tespih serisi çıkartıp satsa müthiş bir gelir elde eder. Zira daha 6’ncı haftada boşa geçen bir sezon daha. Beşiktaş taraftarı için hırçın, agresif denir ancak şu yönetimin son yıllardaki yaptıkları karşısında gösterdikleri tepkileri görünce adamlarda peygamber sabrı varmış diyorum. Tespihler satışta olsaydı bu ara patlama olurdu. Bu arada dikkati çekmiştir Sinan Engin’e hiç girmedim. Nasıl olsa hal, durum onun için bir şey ifade etmiyor. Beşiktaş'ın içinde akan su gibi bir türlü yolunu buluyor.

3 Ekim 2008 Cuma

Avrupa'da dün gece

UEFA Kupası ilk turu Perşembe günü oynanan maçlarla tamamlandı. Galatasaray mahalle takımından bu maçta da gol yemeyi başarırken turu iki golle aldı. Günün bombasınıysa Beşiktaş patlattı. Hafta içinde kendi kendilerine pompaladıkları ‘yeneriz, bizim ayarımızda değiller, favori Beşiktaş’ gibi söylemlerin kurbanı oldu. Sahada bitse de gitsek havasında oynayan Beşiktaş baştan sona uyudu. Turu dört gollü hezimetle Metalist’e bıraktı. Gecenin diğer maçlarında Olympiakos turu gol yemeden yedi gol atarak geçti. Porstmouth 2-0’ın rahatlığıyla az kalsın iş kazası yaşıyordu, uzatmalarda Crouch iki gol atarak takımı kurtardı. Deportivo 10 kişiyle 2-0 yaptı, turu penaltılarla kaptı. Benfica Napoli’yi 2-0 ile geçti, Kıbrıs takımı Omonia, City’ye ikinci maçta da golünü attı ama turlayamadı. İskoç takımlarının Avrupa komedyası devam ediyor. Motherwell turu iki golle Nancy’ye bıraktı iki maçta doğru düzgün pozisyon dahi üretmedi. Dortmund ilk maçı kendi sahasında 2-0 yenik kapatmıştı. İkinci maçı da aynı skorla galip kapattı ancak penaltılarla turlayan Udinese oldu. Standart Liege, Liverpool eşleşmesindeki futbolunun tesadüf olmadığını Everton’ı 2-1’lik skorla devirerek gösterdi. Feyenoord Kalmar’dan emaneti aldı. Stuttgart az kalsın yerin dibine giriyordu, Gomez kurtardı. Tottenham bildiğimiz gibi. Son dakikalarda yine ecel teri döktü ama turu kapmayı bildi. Dünkü maçların ardından UEFA'da da torbalar belli oldu ve kura 7 Ekim'de çekiliyor.

1. torba
Milan, Sevilla, Valencia, Benfica, Schalke 04, CSKA Moskova, Tottenham, Hamburg
2. torba
Stuttgart, Ajax, Olympiakos, Deportivo, Club Brugge, Sp.Moskova, Paris Saint Germain, Heerenveen
3. torba
Rosenborg, Udinese, Feyenoord, Sporting Braga, Slavya Prag, Manchester City, Galatasaray, Sampdoria
4. torba
Hertha Berlin, Partizan, Nancy, Portsmouth, Aston Villa, R.Santander, FC Kopenhag, Dinamo Zagreb
5. torba
Saint Etienne, Wolfsburg, Standart Liege, Twente, NEC Nijmegen, Metalist Kharkiv, Lech Poznan, MSK Zilina