6 Aralık 2010 Pazartesi

Bizim çocuklar

Barcelona etkisi net biçimde görülüyordur takımımda… Savunmamda geriden topla çıkabilen üç oyuncu ve bir tane de organizatörüm var. Nazarımda dünyanın en iyi savunmacısı ve güvendiğim kıvırcık saçlı adama pazubandımı da emanet ettim.

Xavi-Iniesta adaylar arasındayken farklı birini seçmem mümkün değil. Sağ kanadı belki Ronaldo hak ediyordu ama benim 11’im olduğu için o kıl herifi koyacağıma ‘fuleli’ Robben tercihi daha sıcak geldi. Üstelik Xavi-Iniesta’nın olduğu bir orta alanda Robben çok iş yapar. Sneijder… Belki bir hafta öncesi olsa tercih etmezdim ama Mourinho açıklamaları çok hoşuma gitti. Ayrıca kendisinin Mourinho’nun Real Madrid’e gitmesi sonrası kendisinin de dönüp dönmeyeceği konuşuluyordu. O günlerde de “Mourinho’yu çok seviyorum ama asla Real’e dönmeyeceğim” demesi de farklı bir çentik attırdı Sneijder’in yanına…

Hücumda Milito’ya güvenirim. Ekmeğini taştan çıkarır. Enerjisi hiç düşmez. Topsuz oyunda sanırım en iyilerden bir tanesi. Ayrıca bencil olmaması da bu kadroda yer almasının başlıca nedeni… Forvet için Milito benim tercihimdi. Diğeriyse seçim değil bir refleks. Zira Messi varsa zaten diğer seçeneklere bakmaya gerek yok. İnsan değil. Rakipleri her gün “büyüdükçe etkisini kaybedecektir” umuduyla yatıp kalkarken; bu adam her geçen yıl üstüne koyarak gidiyor. Bu yıl istatistik ve hücum organizasyonları açısından sezona coşarak başladı. “Daha çok beklersiniz ibneler” der gibi oynuyor. Her maçında şaka gibi bir hatırat bırakıyor izleyenlere. Sanırım özel oyuncu olmak böyle bir şey…

Kenar… Mourinho’ya sempatim vardı. Hala da inceden severim. Ama Pep başka… PenneArabiata vakti zamanında bir post girmişti. Guardiola olmak diye. Burada… Sizin aklınız alıyor mu Mourinho yardımcılarının koltuğunu silsin, antrenmanda Abidal ile şakalaşsın falan… Ben hayal edemiyorum. Zaten Mourinho’da da durmaz o davranış. Mourinho böyle güzel. Pep, dışarı çıkan topa top toplayıcı çocuktan önce atılır hemen oyuncusuna verir. Mourinho ise ayağının ucundaki topa dokunmaz; Ronaldo’nun eğilip ayakları arasından o topu almasını bekler. Olumsuz bir yorumum yok konuyla ilgili. Ama diyorum ya Pep bambaşka. Listede kim neden var kim neden yok olayına girmiyorum. Pep yoksa da orası Jose’nin hakkıdır dedim adamları ona emanet ettim…

İsteyen girsin kadrosunu oluştursun. Link budur…

2 Aralık 2010 Perşembe

Bu takım Galatasaray değil, olmayacak da…*

* Bu yazı 03.12.2010 tarihinde www.htspor.com adresinde yayınlanmıştır.

Yönetiminden oyuncu kadrosuna tarihin en başarısız takımı olan Galatasaray’ın adı asla ve asla bu ortama layık değil. Yanlış anlaşılmasın; sportif başarıdan bahsetmiyorum. Galatasaray, şuursuz şekilde yönetilen, kadrosu formayı hak etmeyen oyuncularla dolu, ruh ve kimlikten bihaber adamların kol gezdiği bir camia olamaz, olmayacak da…

Elano’nun satışı sonrası bir infial oluşacağını düşünen Adnan Polat, dün ekran karşısına geçip soruları cevapladı. Diğer bir deyişle kendini aklamaya çalıştı. Sert mesajları vardı konuşmasının ve sık sık Galatasaray Kulübü’nün Başkanı olduğunu, bu unvanın üstünde kimsenin olmadığının altını çizme gereği duydu. Çünkü o da biliyordu ki Polat ve yönetimine olan güven şu anda ayaklar altında. Yapılmayan hatalar, kültürde yeri olmayan hamleler yapıldı başkanlığı sürecinde. Balık baştan kokar derler; kulüpte ne kadar parça varsa hemen hepsi aksıyor.
Beş yılın çetelesini tutacak değilim. Tutarım tutmasına da say say bitmez. Bu yüzden tek tek irdelemeyeceğim olanları. Ama asla kabul edemediğim iki konu var; teknik direktör kıyımı ve oyuncu kadrosundaki çarpıklık…

Teknik direktör konusu Galatasaray’ın bugüne gelmesindeki en büyük etkenlerden bir tanesi. Galatasaray Spor Kulübü’nün bu denli hoca terörizmine imza attığı başka bir dönem yok. Çünkü kulüp kültüründe böyle bir anlayış yok! Rahmetli Özhan Canaydın döneminde Lucescu yokluklar içinde takımı şampiyonluğa taşımış, Avrupa’da ses getirmişken gönüllerin hocası Terim aşkı tuttu Galatasaray’ın. Luce gönderildi ‘imparator’ geldi göreve. Devam eden sezonun ortasında da Fatih Terim-Hagi değişimi yaşandı. Ne olduysa da bundan sonra oldu. Kulüpte bir hoca erezyonu başladı. Gerets rekor puanla şampiyon yaptığı takımı ertesi sezon şampiyon yapamayınca görevden alındı. Feldkamp’ın gelmesi sürpriz, performansıysa daha da sürprizdi. Disiplini seviyordu Kalli. Ancak oyuncular bu durumdan hoşnut değildi ve bugünlerin fitili ateşlendi. Tarihte ilk defa resmi olarak olmasa da futbolcular kelle kopartmış, Kalli görevinden uzaklaştırılmıştı. Kalli’nin kararı diyorlar ya; sadece gülüyorum. Ya bizim Kalli’yi hiç tanımadığımızı düşünüyorlar ya da bizi zeka eksiği insanlar olarak görüyorlar. Velhasıl, takım teknik direktör olmadan şampiyon oldu. Fitil ateşlendi diyorum çünkü o gün bu gündür Florya’da sistem, işleyiş futbolcu kadrosunun elinde.

Sonrasında Skibbe geldi. Skibbe’nin oynattığı futbol, nazarımda tek kelimeyle süperdi. Lincoln’ü hayata döndürmüştü bu adam. Ancak ona da geldiğinden kısa bir süre sonra görevi bırakması için baskı yaptılar. Yardımcıları görevden alındı, kaleci ve santrafor transferi son günlere bırakıldı. Takım Şampiyonlar Ligi’nden elendiyse de Avrupa Ligi’nde oldukça iyi gidiyordu ve ligde de başarılıydı. Tüm konular bir tarafa top oynatmak istiyordu genç Alman. Ama futbolcu kadrosu Lincoln’e özel ilgi gösteriyor, yabancılar kayrılıyor zırvalarıyla Skibbe’nin de ayağını kaydırdı. Baros’u neden çok seviyorum biliyor musunuz? Bir röportajında “Skibbe belki de benim yüzümden gönderildi. O penaltıyı atsam belki de halen takımın başındaydı. Ve kendisi mükemmel bir hocaydı” dediği için. Ancak bilmiyor ki Kocaelispor maçı sadece basit bir nedendi. Skibbe öyle ya da böyle gidecekti ve bilindik son Kocaeli maçında geldi. Sonra kim geldi takımın başına? Galatasaray’ın efsane kaptanı Bülent Korkmaz… “Ben Galatasaray’ın teknik direktörü olsam Lincoln’ü oynatmam, takımda tutmam” diyen adam. Talih yüzüne gülmüş, takımın başına geçmişti. Peki bu düşüncesinin çıkış kaynağı neydi sizce? Bu aslında Korkmaz’ın değil Galatasaray kadrosundaki yerli oyuncuların görüşleriydi. Lincoln’ün varlığı yerlileri rahatsız ediyor, dost meclislerinde Korkmaz’a bu konuda dert yanıyordu futbolcular.

Korkmaz’ın sonu da geldi. O da gitti sezon sonunda. Bu arada Lincoln de takımdan uzaklaştırıldı. Sonrasında bir hayali gerçekleşti Galatasaray taraftarının. Havaalanında Galatasaray atkısıyla görüntülenen adam dünyaca ünlü futbol adamı Rijkaard’dı. Rijkaard gelmişti gelmesine ancak o adamın vizyonunu uygulayacak ortam hazırlanmamıştı. Her şeyi transferle çözeriz mantığıyla sezon başı ve devre arası sansasyonel adamlar getirildi. Kusursuz bir sezon açılışı ancak durdurulamayan bir düşüş gözlemlendi bir yıl içinde.

“Sezon sonu bulunduğumuz yerin bir önemi yok! Hocamıza sezon sonu sözleşme teklifinde bulunacağız. O da burayı seviyor. Ümit ediyorum teklifimizi kabul edecektir.” Sözlerin kime ait olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Adnan Polat’a… Eskiden olsa ne olurdu biliyor musunuz? Gerekiyorsa yine hoca değişimi yapılırdı. Ama başkan takımın önünü açmak için kendi de istifa ederdi. “Ekibimle geldim şimdi de gidiyorum. Başarılı olamadık, istifa ediyoruz” derdi. Polat’ın sözlerinin üzerinden henüz 60 gün geçmemişti ki Hollandalı görevden alındı. Yerine de tanıdık bir isim, Terim dönemi sonrasında olduğu gibi yine Hagi getirildi.

Hagi kötü bir teknik adam gibi eleştirilere girmiyorum. Ancak takımın başına kısa süre önce geçmiş ve başarısız olarak nitelendirip yolları ayırdığınız bir adamı neden tekrar takımın başına getiriyorsunuz demezler mi adama? Fark etmez yönetim için. Sezon sonu o da gönderilir gerekirse… Zaten daha iki maç sonra çatlak sesler çıkmaya başladı içeride. “Acaba Hagi’yi getirerek hata mı yaptık,” “takımın kötü gidişinde aslan payı Hagi’ye mi ait” diye sorular sorulmaya başlandı…

Hoca terörü bundan sonra da devam edecek Galatasaray’da. Sebebi de ne kadar yönetimse o kadar rahata alıştırılmış Galatasaray oyuncu kadrosudur. Hocaların ve sistemlerin önemi yok Galatasaray’da. Oyuncuların keyfi yerinde olsun, hocaları onları çok sıkmasın yeter. Başarılı olurlarsa omuzlara alınsınlar. Başarısızlıktaysa sineye çekilsin her şey. Önceki yazımda yazdım. Galatasaray, takımdaki yerli oyuncuların zerre umurunda değil. Hepsi kendi havasında. Aslanlar gibi sözleşmelerini yapmış, mesailerini satıyorlar. Masa başı işte bunu yaparsınız ve hatta başarılı olabilirsiniz. Ancak Galatasaray tarihte kulübüne inanmayan, ahlaklı olmayan oyunculara asla kadrosunda yer vermedi. Bugün mü? Çok başarılı, takımın faydası için ter döken Adnan Sezgin var ya! Yerli oyuncuların transferleri ve kadroda tutunmaları Adnan ağabeyleri ile olan ilişkilerine bağlı. Yoksa Galatasaray Takımı’ndan bir oyuncunun illegal bir bağlantısı (menajerlik olayından bahsediyorum) olduğu anlaşılacak (anlaşılması bir tarafa kesinleşmiş PFDK kararı mevcut) o oyuncu her şeye rağmen formasını giyip o sahada antrenman yapacak.

Kültürü kayboluyor Galatasaray’ın… Yabancı oyuncu öğüten, başarısızlığı hocaya yükleyen bir yönetim var takımda. Değerli bir yazarımız demiş ki “Şükrediyorum ki Derwall, Polat başkanken Galatasaray’ın başına geçmemiş…” Olay bundan ibaret Galatasaraylı. Şimdi siz üç kuruşluk maaşınızdan, ev masraflarınızdan, yaşantınızdan artırdığınız parpalarla stadyuma gidiyorsunuz ya! Emin olun o takım o artırdığınız paraya değmiyor. Sizin oraya neden, nasıl geldiğinizi bilmiyor. Sanıyor ki her şartta bizi destekleyecekler. Sanıyorlar ki futbolcu oldukları için yerleri sağlam. Yanılıyorlar. Taraftarın da dediği gibi. Herkes gider taraftar kalır. Çünkü gerçek Galatasaraylı onlardır.
Evet o renklere, o armaya gönül verenler sahadakiler değil, taraftarlardır. Bugün sahadakiler alacakları yıllık ücret taksitini, maç sonrası eve gidip ayaklarını uzatmayı, gece dışarı çıkıp maçtan uzaklaşmayı düşünüyor. Forma ve armayı bizler kadar iyi düşünseler, zaten satırlar da bu şekilde yazılmaz. Keşke kötü oynasalar da mücadele edip, Cana’nın yarısı kadar gözü kara olsalar. Baros gibi lifi kopana kadar koşsalar. Kewell’ın yaptığı gibi mağlubiyete isyan etseler. Neill gibi herkesi galibiyete inandırsalar. Ama onlar işin kolayını bulmuşlar. Çok sıkıya gelirlerse kafa kopartıp, suçu teknik direktöre yükleyebilirler. Hal böyleyken kimin umurunda olur Galatasaray? Dış dünyanın isyanını görmezden gelip, “o zaman maça gelme kardeşim” diyen başkanın mı, “bana güvenilirse iyi oynarım” diyen oyuncuların mı, kafayla keseceği topa göğsüyle girerek hocasını sabote eden oyuncuların mı? İyisi mi siz bilet için para denkleştirme derdine düşmeyin. Çünkü sahadaki Galatasaray değil, olmayacak da! Ne zaman ki formanın hakkını verirler, işte o zaman değer masraflardan artırdığınız bilet parası…

1 Aralık 2010 Çarşamba

Bu nasıl bir memleket, bu nasıl bir Galatasaray…

Gün geçmiyor ki Galatasaray’da bir absürtlük yaşanmasın. Koca kulüp kendini yönetici zanneden ukala adamların elinde oyuncak oldu. Sezon başı 9 milyondan aşağı satmayacağız diyerek direten bu gerizekalılar hem adamı küstürdü hem de bugünkü satışa neden olarak ‘boru’ gibi zarar etti. Göz göre göre Galatasaray’ı yok ediyorlar, zarara sokuyorlar. Elano’ya gelene kadar takımda gitmesi gereken o kadar çok adam var ki, olan taraftara oluyor ona yanıyorum…

Esasen; buradaki video hakkında yazmak istiyordum kaç gündür… Bu kafada ne kadar polis varsa hepsinin allah belasını versin. Nasıl bir göttür aklım ermiyor. Amına koyduğum sanki diktatör. “Gidiyor musunuz dağıtayım mı” diyor. Bu memlekette protesto da yasak. Kimse emir kulu falan diye olayı dramatize etmesin. Nasıl adamlar olduklarını biliyoruz. Ben hiç haz etmem karaktersizlerden. Bu nedir lan? “Beni geçmeden devam et.” Sanki koyun sürüsünü hizaya getiriyor yavşak. Anlamadığım sürüklenenlerden biri de demiyor ki; “Arkadaş sen ne yapıyorsun? Yakıcı madde yok, kesici madde yok, taşkınlık yok! Biz koyun muyuz? Takımı protesto etmeye geldik efendi gibi gideceğiz.” Gerçi denyo polis müsveddesi adamları konuşturmuyor bile. Özellikle bir an var ki; taraftarın birinin telefonunu yere düşürüyor. Ulan adam arabam bu tarafta. Alacağım gideceğim diyor. Malum göt oğlanı da “bana mı sordun da oraya bıraktın arabanı” diyor. Siktirgitler itiş-kakışı saymıyorum. Seyrettikçe beynime kan sıçrıyor. Bekara karı boşamak kolaydır diyeceksiniz ama; bu kadar aptal ve koyun yerine konulup iki cümle kurmama izin verilmiyorsa çarşıyı karıştırırım. Devlet memuruna zarardan içeri girerdik herhalde. Bu ülkede o da zor ama. Hapishane hapishane değil, kanunlar kanun değil. Ülkenin amına koyanlar yurtdışında gezer, biz bir polise kafa atarız, hayatımızı sikerler. Hapiste çürürüz…

Videoyu yorumunuza açıyorum. Biz nasıl bir topluluk olduk yahu? Ozan abi bu konulara sürekli değiniyor. Hoş tanışıklık bir tarafa kendisinin böyle bir takipçiden haberi bile yok belki ama ben abi diyeceğim arkadaş. İçimden öyle geliyor. Küfür yazılarına o kadar yakışıyor ki muhakkak bakın derim. Gerçi herkes tanıyor ama biz yine de linki koyalım. Sağda da var; “Futbol Ezilen Halkların Mutluluğudur” şeklinde. Bana da biraz oradan bulaştı küfür olayı.

Bir yazı bu kadar mesajı kaldırmaz ama bunlar hakkında bir iki cümle yazmak için not yazmıştım kenara. Zaten hayatımız iş oldu. Ama arada bir uğrayıp çimleri biçeceğim.

23 Kasım 2010 Salı

Uykusuz bir gece daha

Dün geceden aklımda kalan üç konu var. İlki Miami’nin hakemlere de antipatik geliyor oluşu. Diğeri Nash’in olağanüstü bir adam oluşunu kanıtlaması. Sonuncusu da Hidayet’in ufaktan yeni takımına ısınması…

Açacak olursak; Miami üç büyük transfer ve etrafında verdiği değerli rolleri kapmak için oluşturduğu orta ile yüksek seviye arası adamlarla şampiyonluğun en büyük favorilerinden… James zaten hakemlere çok da sıcak gelen bir adam değildi. Ancak Quicken Loans’da taraftar baskısıyla çokça süperstar düdüğü aldığını biliyoruz. İşte bu Miami’de yaşanmıyor. Özellikle Bosh ve Wade’e kritik anlarda çalınmayan iki düdük var ki her babayiğidin yüreği yetmez. Ve esas oğlana verilen bir hücum faul var ki (hücum faul doğru karardı) normal şartlarda süperstar düdükleriyle paçayı kurtarabilirlerdi. Indiana müthiş bir galibiyet elde etti. Ve bu Miami’de bu mağlubiyetin ardından hücumdaki amaçsızlık ve ellere olan bağımlılık bir kez daha gözler önüne serildi. Wade veya James’e ver gerisine karışma mantalitesi bir maçta daha duvara çarptı. Şayet Riley’i biraz tanıdıysak Spoelstra’nın günleri sayılıdır bench’te… Kağıdı ve tahtayı alır eline geçer kenara, öyle olmaz böyle olur diye nazire yapabilir.

İkinci konu. Nash… Hastasıyım zaten. Seyretmekten zevk aldığım tek takımdı D’Antoni’li Phoenix… Run&gun sistemini onlar kadar iyi yapabilen ikinci bir takım yok aklımda. Hoş bugünlerde oynayan da yok doğru düzgün ama olsun; ayrı bir parantez açarım Phoenix’e ve Nash’e. İddia ediyorum Nash’in olduğu takıma beni koysunlar sırıtmam (çok abarttım). Benden bile bir yıldız yapabilir. Bakınız Raja Bell, J. Jones ve J. Rose… Sonuçta o da yaşlanıyor. Ve korkuyorum. Nihayetinde çok da uzun sayılmayacak bir süre sonra onu seyredemeyeceğim. Dün el üzerinden attığı (biri Scola diğeri Hill) iki süper şutu var ki Houston o hücumları savunsa maça tutunacaktı. Sonra attığı bir lay-up var ki akıllara zarar. Maç video’su burada. Muhakkak seyredin bu adamı… Hatta iş güç müsaitse canlı seyredin maçlarını.

Son olarak bizim çocuğa gelelim. Müthiş bir kontratla Toronto’ya gitmişti ki; Orlando’dan sonra çok saçma bir organizasyondu Kanada ekibi Hedo için. Phoenix’de çok doğru mudur tartışırım ancak Nash ile oynadığı sürece istatistiklerinin hoş olacağı umudunu halen korumaktayım. Bir kere 15 sayının üzerine çıkamadığı her maç vasattır benim için. Söylediğim gibi Nash gibi bir adamın Phoenix gibi bir takımın kadrosundaysa Hedo, savunma anlamında beklentim yoktur ama hücumda da ekstra işler bir yana dursun biraz sayı katkısı beklerim.

NBA ile birlikte uykusuz geceler de başladı… Mutluyuz huzurluyuz…

22 Kasım 2010 Pazartesi

Bi siktirgit...

İki senedir ayakta durmakta zorlanıyor fotoğraftaki adam... Rijkaard gidene dek sapır sapır dökülüp akıl almaz hatalarla taraftarın küfülerine özne olan, Hagi'nin gelişiyle kıpırdanıp tekrar bilindik yatış pozisyonuna giren Balta, dün de Ayhan ile tartışarak Galatasaray'daki hakim ruh halini gözler önüne serdi. Bu adamlar temizlenmediği sürece Galatasaray da yok benim için. Tabi temizlemek derken Adnan Polat ve 'bitanesi' Adnan Sezgin'in yiyeceği halt değil o... Önce o ikisi gidecek, sonra da bu adamlar. Zira artık hadiselerin boku çıkmış durumda. Zaten Kayseri'den beraberlikle dönüyor -ki zaten 30'un üzerinde bir maçta yenememiş Galatasaray'ı- buna da seviniyorsak, başkanından oyuncusuna hepsine yazıklar olsun. Sezonu erken kapatınca dibi gördüğümüzü sanabilirsiniz. Hayır. Şu anda takım saha içinde kısa süre de olsa top oynayabiliyor. Biraz daha bekleyin ve dip neymiş görün (Umarım yanılırız da bu lafları bir bir yedirmez, kıçımıza sokarlar).

İçimden hiç bir maçı seyretmek gelmiyor. Sadece aktif göstereyim diye zırvalarla dolmasın istiyorum burası. Kimse gelip bakmasa da burası benim çalışma odam. Hakan Balta ile Ayhan'ı görünce karalamak istedim bir kaç cümle. Balta kardeşimiz bakın maçtan sonra neler söylemiş:

"Tabii ki her maçta, her idmanda olan şeyler bunlar. Ayhan ağabey bana kızdı, takım kaptanı olarak, ben de bir tepki gösterdim ama bunlar olağan şeyler. Maç tam bir taktik savaşı oldu. Kayserispor'u tebrik etmek istiyorum. Çok iyi bir takım kurmuşlar. Artık bir seri yakalamamız gerek. İnşallah Beşiktaş maçı ile başlarız."


Ne başlamaz seriymiş amına koyayım. Fenerbahçe maçından sonra başlayacaktık kısmet olmadı. Adama siktirgit derler. Kaç haftadır kazanmak şöyle dursun gol atamıyorsunuz lan. Çocuk mu kandırıyorsunuz ibneler...

9 Kasım 2010 Salı

Alayınızın amına koyayım...

Bu ülke hakikaten sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Sokakta kelle koltukta gidiyor, her yerde bir külhanbeyiyle karşılaşıyoruz. Hoşgörü zaten dibe vurmuş. Hoş bu toprakların hangi evresinde olduğu da tartışılır ancak bugün için herkesin bencil ve yıkıcı olduğunu söylemek için o alanda master yapmaya gerek yok.

İyice yavşayan ve yaşanılmaz olan ülkenin en köklü yayınıdır sürmanşetini fotoğraftaki şekilde düzenleyen. Ercan Saatçi denen pezevenge buradan selam ediyor, yolda görsem onun Galatasaray’a ettiği gibi ben de ağız dolusu bir sinkaf patlatacağımın altını çiziyorum. Sonrası zaten gelir.

Galatasay Kulübü… Prim tanımayın bu ibnelere. Hürriyet’i Fenerbahçe Gazetesi şeklinde çıkaran o götleri kulüp binasından içeri sokarsanız, siz adam değilsiniz demektir. Zaten onlar sağolsun ne mal olduklarını çarşaf çarşaf gösteriyor aleme…

3 Eylül 2010 Cuma

Arapas

Eric Gerets’in Cana hakkında söyledikleri malum; “Eğer bir savaş olursa, Cana savaşa götüreceğiniz ender oyunculardan.” Veya bunun türevleri ama mantık ortada. Savaşçı Cana hiç çekinmeden sizin bayrağınız için terinin son damlasına kadar oynar.

Sportif Cümleler’i herkes biliyor. Bugün lider konulu bir yazı yazmış. Yazının sonu şöyle; “Galatasaray'da birisi kaptan olacaksa, bu göreve düşündüğüm bir numaralı oyuncu Kewell’dır. Artık onu anlatmaya bile gerek yok, eğer bir savaş varsa belki buna Cana ile gidersin ama Kewell'ın komutası altında.”

Seviyoruz mizahı, böyle kelime oyunları alıyor bizi bizden…

27 Ağustos 2010 Cuma

Alın Size Galatasaray!

Temizlenemeyecek, unutulmayacak bir sezon başlangıcı, asla örtülemeyecek bir futbol skandalıdır dün gece Ukrayna’da alınan sonuç! Ve bu skandal bu takım kadrosunu oluşturan, 400 günlük sorunlara 80 gündür çözüm bulamayan, koca bir transfer sezonunu çöpe atmış yönetimin eseridir. Rijkaard’a dil uzatan taş olur… Koca maç boyunca koşmayan, topa girmeyen hepsini geçtim 10 kişilik rakibe karşı topu ayağında tutamayıp, maç boyunca dan-dun oynarken son dakikalarda kısa paslarla çıkmaya çalışarak top kaybı yapan bir takımda hataları Rijkaard’ın üzerine yıkan gitsin evine, kazak örsün ama futbol konuşmasın, izlemesin.

Derdimiz belli! Oyuncu kalitemiz zaten dibe vurmak üzere. Kewell yok, burun kıvrılan Elano yok, maçı çevirmesi olası Batdal yok! Kulübeye bakın hangisi maç kurtarır yalvarırım bana mail atın ben de bileyim. Kulüpten emekli olması muhtemel Aydın’ın attığı gol Konya’dan sonra bir kapı daha açabilirdi ancak zaten işler romantizme kaldıysa ona da gerek yok! Galatasaray’ın ister Ukrayna şampiyonu olsun, ister 90 değil 180 dakika koşsun, stadyumunda değil 20 bin 80 bin kişi olsun şu takımı eleyerek üst tura çıkması şart değil kanundur… Şimdi elenmenin sebebini ister Rijkaard’a bağlayın, ister transfer gecikmesine isterseniz de zemine…

Ne oldu? Ben bunu merak ediyorum. Bir yıl içinde değişen ne oldu? Keita, Elano, Dos Santos, Jo transferleri yapılırken UEFA kriteri yok muydu? Sabredip bu adamları (Jo hariç) kadroda tutamadıktan, teklif gelir gelmez satmaktan başka bir çare yok muydu? Şampiyon olsak kaç yazar, 5’inci olsak kaç yazar? Türkiye’nin Avrupa Kupası’na sahip tek takımı ön elemelerde beş kuruş mücadele etmeden (futbolu ve sistemi eleştirmiyorum, mücadele) elenmiş… Bu takım ligdeki tüm maçları kazansa neye yarar? Seviniriz, eğleniriz formaya tur atarız o başka ancak bu skandalı ve ayıbı hangi başarı örter bu saatten sonra bilmiyorum.

Açık ve net konuştu Rijkaard! Uzatmanın veya dolandırmanın ne anlamı var ne de gereği. Savunmacı istedim almadılar. Sen hocanı satarsan; hocan da seni böyle taraftarın önüne atar. Şimdi Misimovic’i mi getiriyorsun, Emana’yı mı getiriyorsun getir. İstersen Cristiano Ronaldo’yu, Ronaldinho’yu getir. Bu ayıbı örtebileceksen Messi’yi getir. Ama örtemezsin. Tromso maçını hatırlıyorum, rakibi futboldan soğutmuş, oyunu basket maçına çevirmiştik. Şu maça bir bakın! Galatasaray’ın organize atağı var mı? Rijkkard mı suçlu bunda yoksa o adama sezona sağ bek olarak Ali Turan, orta üçlü olarak Sarp, Barış, Ayhan ile başlatmayı dayatan yönetim mi? Diyorum ya, şimdi UEFA kriterleriyle mutlu mesut Türkiye Ligi’nde oynasınlar. Şampiyon falan olunursa sakın övünmesinler, konuşmasınlar. Bu ayıbın altında onların imzası vardır, Hatayı ve suçu kabul edip bir köşeye çekilsinler ve şunu bilsinler; Sen Rijkaard gibi bir hocayı takımın başına geçirip, istediği transferi yapamıyorsan o adamı da buralara kadar getirme! Bırak otelde oda servisinden viski isteyip, çocuğuyla ilgilensin, ailesine zaman ayırsın. Taraftar dahil kimseyi sinir hastası yapma hakkınız yok! Bir ay değil, iki ay değil, üç aya yaklaşan transfer döneminde bir tane orta alan oyuncusu takıma katamıyor, transferleri sezon öncesine kampına yetiştiremiyorsan bu senin ayıbın, yaşanan bu skandal da senin ürünündür, suçlu arama!

“İstifa etmeyi düşünmüyorum, yapacak çok iş var.” Sözler Rijkaard’a ait. Neyse ki İngilizce konuştu da kulüpte neler olup bitiyor anladık. “Alınan oyuncuların hepsi sakat, herkes neredeyse sakatlandı. Defansa da oyuncu istedim. Elinizdeki ürün ve kalite böyle olunca bu tip sonuçlarla karşılaşıyorsunuz” bu sözler de Rijkaard’ ait. Şimdi isterse oyuncular hocalarını satsın ister yönetim hocayı göndersin isterse de Yücedağ yine yanlış çevirdim desin. Diyorum ya bu saatten sonra kim ne yaparsa yapsın şu ayıp ne örtülebilir ne de unutulabilir!

Galatasaray camiasında başarılı adama yer yokmuş onu A’sından Z’sine anladım. Üstünel iki başarılı transfer yaptı, ayağı kaydırıldı. Daha ö günlerde belliydi. “Transfer Haldun’un değil komitenin başarıları” demişti Mehmet Helvacı ve Adnan Polat… Adnan Sezgin fantezimizi zaten anlamış değilim. Üstünel’e o bütçeleri önerme şansını veren sokaktaki taraftar değil yönetimdi ve eleştirme hakları yok! Alsınlar bu sonucu baksınlar hatalarına ve unutmasınlar, bu sonuç kongrede de karşılarına çıkar, Ali Sami Yen’de de… Zaten ne konuşuyoruz ki biz? Koskoca Galatasaray iki yıl boyunca hocasının derdini basına ve taraftara anlatabilen bir tercüman bulamamış, son getirdiği de üç maymunu oynuyor, telkinlerle çeviriyor. Hangi skandaldan hangi olmamışlıktan bahsedeyim ben de şaşırdım…

24 Ağustos 2010 Salı

Arapas...

Artemio Franchi blogunda geziniyordum... Daha önce dikkatimi çekmemişti ancak; tekrar okuduğumda gözümden yaş geldi. Belki çok komik bir tespit ya da espri olsun diye yazılmış bir şey değildi ama biz Galatasaraylıyız ve bugünlerde sinirimiz bozuk!

Tecrübe desek, Aykut 2003'ten beri 61 maçta forma giymiş, Ufuk Ceylan ise 2006'dan beri 60 maça çıkmış Manisaspor'da. Tam bakmadım ama Ufuk Ceylan'ın lig maçı sayısının Aykut'tan fazla olma olasılığı bayağı bir yüksek. Frank Rijkaard kendisinden bir Valdes yaratmaya çalışıyor diyeceğim ama Aykut 1982 doğumlu...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Ben de böyle düşünüyorum...

Emana transferi ile ilgili blog'ları ve yorumları okuyordum. Aşağıdaki cümlelere rastladım. Ben de böyle düşünüyorum. Aceto'nun Emana post'undan.

"İki yönlü bir futbolcu olmasından mütevellit yönsüz futbolculardan birini kesse Galatarasay'a beklenen katkıyı fazlasıyla yapmış olur."

Kaosa doğru...

Karpat Lyiv maçının ikinci yarısını yerlere göklere sığdıramayan basın mensuplarının dünkü futbolu yerden yere vurması kahrediyor beni… Aksine dünkü futbol Lyiv maçından kat kat daha iyiydi ancak şanssızlıklar sonrası mağlup bitirildi. Galatasaray’ın futbolunu yerilmesi bir tarafa Bursaspor’un futbolunun da yere göğe sığdırılamaması şu satırların yazılma sebebi…

Bursaspor geçen yılın şampiyonu… Kadroyu Zapo hariç tamamen korumuş, çok kullanılmayan Zapo’nun yerine de daha nitelikli bir oyuncu Stepanov getirilmiş. Ancak geriye giden şey futbolları. Geçen yıl Ali Sami Yen’de kesinlikle daha nitelikli ve etkili oynamışlardı. Dün ise Galatasaray’ın yorgun ve savunma nitelikli orta alanına karşı egemenliği kabul etmiş geride basan bir takım görüntüsündeydi. Şans golü olmasa maç Galatasaray’ın üstünlüğü ile de bitebilirdi.

Aslında maçı çok konuşmak istemiyorum. Daha çok transferden konuşacağım… Geçen yıl oynanan futboldan ve alınan sonuçtan tatmin olmuş gibi Galatasaray yönetimi. Zira transferdeki bu ağırlık bunu gösteriyor. Transfere ihtiyacımız yokmuş gibi davranıyoruz. Biz bu mevkide istenilen oyunu oynayamayız diye bas bas bağıran orta alanın, işlevsellikten uzak olması bir yana 60’tan sonra oyundan düşmesi hiç rahatsız etmemiş olacak ki Işın Çelebi’yi maç sonrası; “Acele etmiyoruz, Galatasaray’da transfer bitmez, istediğimiz oyuncular gelecek. Önümüzde daha bir hafta var” diyebiliyor. Adnan Polat maç boyunca oldukça gergindi. Yenen goller ve kaybedilen ikinci üç puan sonrasında ekonomi geyikleriyle kimseyi kandırmasın. Zira yalan söyleyemiyor. Çünkü yalancılar önce kendilerini kandırır. Ancak kendisi oldukça gergin ve mutsuz. Demek ki ortada bir beceriksizlik var ve bunun sorumlusu da Adnan Sezgin.

Türk transfer piyasasında oldukça kuvvetli ilişkileri ve bir ismi olabilir. ancak yurtdışında sökmediği inancındayım. Zira bir Pino’yu bile 10 günde getirebildiyse sorunun kralı var demektir. Bir de geçen yıl transferleri sitede okuduk. Bu yıl daha adamlar gelmeden anlaşıldığını öğrenebiliyoruz. Adnan Polat’ın açıklama yaptığı gün Pino ile Cana tamamdı ve Cana 2, Pino ise 6 gün sonra duyuruldu. Adnan Sezgin’e misyon yükleyeceğiz, Haldun çok ön plana çıktı diye Galatasaray’ın başarısızlığına neden oluyor başkan farkında değil. Aslında başarısızlık da algılanabilir ancak Galatasaray uzun yıllar sonra sezonu kaosla açtı ve bu kaos daha da büyüyecek sinyalleriyle yola devam ediyor. Futbol sonuç oyunudur ve biz sonuçtan çok çok uzağız. Kimse darılmasın ama transfer gelmediği takdirde hafta içi ve haftaya da buyuz. Çünkü gücümüz bu kadar...

20 Ağustos 2010 Cuma

Köle ayağına...

Kim ne derse desin, bir futbolcu transfer olmak istiyorsa oluyor… Niang, Lincoln, Ali Turan… Oyuncuyu kaybettiğiniz gibi alacak takımla da bonservis ücretinde kazık yiyorsunuz. Çünkü rakibin eli kuvvetli. Adamlar oyuncuyu bağlamış ya da oyuncu adamları bağlamış. İki seçeneğiniz kalıyor; ya adamı kulübede veya rezerv kadroda çürümeye terk edip yıllık ücretini ödemek ya da satmak. Elbette satmak… Bu konuya en güzel örnek Kevin Price Boateng… Genoa’da oynamam dedi, Porstmouth ile Genoa anlaştı… Derken Milan da Boateng ile anlaştı ve kiralıktı, opsiyondu derken bir haftada ikinci imzalar atıldı. Genoa bu işten kar eder mi soru işareti… Ama diğer taraftan para gelmeyen yere neden böyle bir girişimde bulunsunlar sorusu da var… 1.3 milyon Euro ve yıllık ücret Milan’dan… Hikayenin sonunu Boateng’in sezon içindeki performansı gösterecek.

Galatasaray forması...

Galatasaray’ın özellikle iç saha maçlarındaki en büyük kozu erken goldür. Aslında bunu Galatasaray ile sınırlamak yanlış ancak bu işi isteyip başarabilen nadir takımlardan biriydi Galatasaray… Biriydi diyorum zira bugünkü yapının her köşesi kırmızı alarm veriyor. Aslında bun duruma da pek takılmıyorum. Zira esas sorun futbolcuların ruhsuzluğunda. Son yıllarda Galatasaray’ı bundan daha kötü oynarken de gördüm. Ancak asla bu kadar ruhsuz ve vurdumduymaz görmedim. Tek tek oyuncu ismi yazmayacağım ancak; kadrodan Kewell, Baros ve Barış’ı ayrı tutar, galibiyeti onların hanesine yazarım…

Daha önce çok kez geriye düştü bu takım. Real Madrid’e karşı da gerideydi, Milan’a karşı da Denizlispor’a karşı da… O günleri bugünlerden ayıran en büyük özellik galibiyete olan inanç ve kazanma azmiydi. Bu nedenle tribünler hiçbir maçta böylesine kopmamış (tamamı kötü giden ve her maçın başında protesto edilen sezonlar hariç) ve destek vermişti takımına. Aslında o desteğin verilme sebebi sahadaki oyuncuların mücadele güçleriydi. Maçı çevirebileceklerini hissettirirlerdi taraftara. Sahada bu maçı kazanmak istediklerini gösterirlerdi. Herkes kazanmak ister değil mi? Sizce dünkü maçın ilk yarısında Kewell ve Sarp’ı çıkartırsak hangi oyuncu tekmeye kafa soktu, hangisi top aldı, taşıdı, verdi veya hangisi doğru dürüst adam kovaladı? Verilebilecek bir cevap, ayırabileceğiniz bir oyuncu varsa bana e-posta atmanızı şiddetle rica ediyorum.
Sahadaki oyuncunun performansını veya kondisyonunu teknik ekibe mal ederek eleştirebilirsiniz ancak; o formanın hakkını vermeyen, gerektiği kadar mücadele etmeyen adam için Rijkaard’ı eleştiremezsiniz! İçsel bir durumdur ve hissiyatla alakalıdır. Neill geçtiğimiz devre arasında gelmiştir ancak karakter olarak hırçın ve agresif bir oyuncudur, an gelir rakibe kafa tutar an gelir tekmeye kafa sokar. Neill’den bunları beklersiniz beklemezsiniz ayrı konu. Ancak Hakan Balta bir kez olsun isyan etmez mi? Bir kez olsun sert bir mücadelede ayakta kalmaz mı? Koca maç boyunca doğru dürüst paslaşma yapamaz mı? Önceki yazımda da belirttiğim gibi Hakan’daki düşüşün profesyoneller tarafından irdelenmesi şart. Ben Galatasaray takımında böyle bir oyuncu izlemek istemiyorum. Bakın Ali Turan daha da kötü oynadı belki Hakan’dan. Ancak hiç sakınmadı kendini… Dün en çok koşan oyuncuydu sahada. Zamanlama hatası yapmıştır, adam kaçırmıştır bunlar yetenekle alakalıdır. Ali Turan’ın yeteneğinin Galatasaray kalibresinde olmadığını söyleyebilirsiniz, ancak asla kendini sakınan ve mücadele etmeyen bir oyuncu olduğunu söyleyemezsiniz… Hakan Balta’dan özellikle bahsettim çünkü bu oyuncunun bu form durumu artık kabak tadı vermiş, takımın kötü sonuçlarına direkt etki eden performanslarla hayal kırıklığında zirve yapmıştır.

Dün sahada kim daha iyiydi derseniz aslında haksız sayılmazsınız! Bu takıma sert bir uyarı yapılmalı ve giydikleri formanın biraz mazisi anlatılmalı. Takımın kültürünü algılayamamış oyuncular varsa herhalde artık hangi kulüpte olduklarını biraz olsun fark ederler. Zira Galatasaray Türkiye’nin en köklü spor kuruluşlarından biridir ve vizyonu her zaman zirvedir. Bu kulübün hangi branşında olursa olsun, formasını terleten adamın o renklerin hakkını vermesi gerekli değil şarttır!

Gönül isterdi ki takım mücadele etsin, koşsun, gayret göstersin biz de teknik analiz yaparak maçı yorumlayalım. Ancak Galatasaray futbolcusunun büyük çoğunluğu kötü oynadığı gibi umursamaz tavırlarıyla bu metnin mimarı olmuş, gönül veren milyonları da dün geceki futbolla kahretmiştir.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Wolfsburg Diego'dan vazgeçti...

Biz Misimovic ile yatıp kalkarken Wolfsburg Genel Menajeri Hoeness Diego’dan vazgeçtiklerini açıkladı… Ve Misimovic’in kadroda tutulması için çalışacaklarını söyledi. Bu saatten sonra ben Adnan Sezgin olsam; Wolfsburg ile Misimovic pazarlığı yapacağıma; Juventus’u Diego’nun Wolfsburg’a gitmesi için bonservisinde indirim yapmalarını rica ederim…

Ali Rıza Efendi...

Sezon öncesinde Valdano da kamp yapıyordur sanırım. Her yıl ortalama 8-10 transferin imza töreninde (basketbol takımının flaş transferlerinde de o yer alıyor) görüyoruz Valdano’yu… İmza törenleri tam bitiyor diye sevinirken; arkasına oyuncuların satılık listesine koyulması, satılması, noteri, pulu derken bir bakıyor lig başlamış, bu kez takımın gidişatıyla ilgili sorular arada basın toplantıları vs… Ben yazarken yoruldum… Tempodan olacak ki Yaprak Dökümü’nün Ali Rıza’sı gibi. Belli belirsiz bir yorgun hali var ama tebessümü de elden bırakmıyor. Aile babası, herkesin yakını ayağına… Kendisi yukarıda yazdığım sürecin ikinci aşamasında şu sıralar… Kadronun çok şiştiğini ve kullanılmayacak oyuncuların belirlenip satış listesine koyulacağını açıklamış… Kim olduklarını tahmin etmek çok da zor değil aslında.

Madem satış listesi dedik olası adayları da yazalım… Takım arkadaşlarından çok hastane personeliyle vakit geçiren Rafael van der Vaart, yeni Redondo heyecanıyla genç yaşında dünyanın parasına transfer edilen Gago, kulüpteki herkesin bir anlık boşluğundan yararlanarak Real Madrid’de 10 numaralı formayı terleten Lassana Diarra… İsmi geçen arkadaşlar muhtemelen Real Madrid’in transfer listesini süsleyecek… Hepsi bir tarafa da şu Gago’ya üzülürüm… Üç yıl önce girmişti kapıdan içeri; Aydın Yılmaz olma yolunda hızla ilerliyordu… Ayrılması belki de daha iyi olacak kariyeri için. Direkt oynayabileceği bir takıma gitsin, hatta Galatasaray’a gelsin… Bir isteğimiz daha var; Lassana Diarra kardeşimiz de Ercan Taner abimizin anlattığı bir lige gitsin… Koca bir sezon Ercan Taner’in ağzından ‘Lassss’ lafını duymadan geçer mi?

Arap, çok yağ, Manchester City...

Nasıl bir paradır, ne uğruna bu kadar harcanır anlamıyorum… Abramovich bu kadar abartmamıştı. Menajerlerine zengin ailenin tek çocuğu gibi yaklaşıp, kimi istiyorsa getiriyorlar. Hücumun sağında Balotelli ve Milner transferleriyle oyuncu sayısı dört oldu… Hayır tek çocuk da Mancini… Bazen ben de CM’de buna benzer saçma transferler yapıp kadroyu şişiriyorum da orası CM yani… Misal, sadece sempati duyuyorum diye Xavi, İniesta, Kaka, Anderson gibi adamların yanına Merida'yı falan transfer ediyorum… Az buz değil 10 milyon veriyorum. Ama cepten para çıkmıyor nasıl olsa… Olmadı satarım 5’e 6’ya diyorum… City onu da beceremiyor. Gerçi ihtiyaç da yok zaten. Bu paralar adam satarak toplanacak meblağlar değil. Arap yağı çok bulunca demiş ya eskiler; Hakikaten çok doğru söylemişler. Ben de City taraftarı olsam takarım takkeyi, çıkarım tribüne…

Transferin rahat takımı Galatasaray!

Normalde transferin şampiyonu yazarlardı bizim için ama bu yıl tablo biraz farklı... Bu yılki politika malum. Düşük yıllık ücret, düşük bonservis hesapları ve transfer sezonun bitmesine iki hafta kala atılamayan hamleler. Adnan Polat Galatasaray Kulübü’nün Başkanı’dır. Ve o mevkiye onu seçenler sokaktaki Galatasaraylı’lardan daha Galatasaraylıdır. Benden de… Ben takımımı severim, desteklerim… Ancak onlar bunlara ek olarak denetler, kontrol eder ve takımın asla zarar görmemesi için çalışırlar. Evet çalışmak… Selahattin Beyazıt bugün rakı masasında sohbeti güzel diye başarılı olacağına inanmadığı veya an itibarıyla başkanlığa yakıştırmadığı adama destek vermez. Evet taraftar takımını sever ancak esas misyon sahibi Genel Kurul’dur ve Polat’ı onlar seçmişlerdir. Kaldı ki Adnan Polat’ın bugüne dek takıma yaptıkları da asla unutulmamalıdır. Ancak tüm bunlar transferde geç kalındığını ve sezona ümitsiz başlandığını gizlemez.

Politika başkanın ağzından çıktığı şekliyle yukarıda yazıyor. Ancak burada kritik bir nokta var; biz bu şartlar altında Ledesma’ya, Baptista’ya veya Rosicky’ye gidiyorsak transfer komitesinin belirlediği isimler komple çöp kutusuna gider. Çünkü bu adamlar zaten isim yapmış, ya yüksek bonservis istenen ya yıllık ücreti uçuk ya da her iki fedakarlığın yapılması gereken isimler. Bu politikayla bu adamlarla işimiz yok bizim. Yaptığımız transferlerin Pino gibi ucuz ve bir ucundan gelecek vadeden adamlar olması gerekmiyor mu? Ancak yönetimi de anlamak zor değil! Zira geçen yılki transferlerin üzerine bu yıl hayal kırıklığı yaşatırız endişesiyle hareket ediyorlar. Ancak gerçek şu ki lig başladı ve biz kilit transferlerimizi sezon öncesi kampa yetiştiremedik. Sezon öncesi kampa gelmeyen adamdan ne beklenirse onu beklememiz lazım ama taraftarın ve Türk insanın da öyle bir huyu yok! Bugün sokaktaki taraftar Cana’dan iki adam geçip araya top atmasını bekliyor. Bu şartlar altında yeni gelecek isimlerin uyum süreçleri ve taktiğe adaptasyonları nasıl olur ne kadar zaman olur kocaman bir soru işaretim var…

Üstelik ne zaman geleceği de belirsiz. Zira Adnan Polat dün şöyle bir ifadede bulundu; “Transferlerimizi yapacağız. Galatasaray taraftarlarının da arzu ettiği nitelikte sporcular olacak. En önemlisi, teknik heyetimizin, takımın ihtiyacı doğrultusunda transfer yapmak istiyoruz. 11 kişinin oynadığı futbol neticede bir mekanizma, bir makine. Bunun ihtiyacı olan parçalarını getirip oraya koymak lazım. Bunu da en ekonomik şekilde sağlamak lazım. Biz onun için uğraşıyoruz şu anda. Galatasaray transfer sezonu bitmeden ihtiyacı olan futbolcuları muhakkak alacaktır ve almamız da lazım. Önemli olan bu transfer sezonu bitmeden önceki dönemde oynanan müsabakalardan herhangi bir şekilde kötü netice almadan yola devam edebilmek. Çünkü biz eylül ayında tam takım haline gelmiş oluruz. Ondan sonra da bu takım bence iyi yol alır.”

Futbolu çok iyi bilen Adnan Polat’ın bu açıklaması maalesef bir fecaattir. Ekonomik sorunlar her ne olursa olsun gücün yettiği isimlere yönelerek transfer yapılmalı ve lig başlamadan takıma monte edilmeliydi. Dünya çapında bir kulüp olarak özellikle de sezonun başlamış olmasının yöneticilerde hiçbir rahatsızlık yaratmaması. Hatta bakarsak daha da 14 gün varmış… Nasıl olur da takımın iskeleti olacak oyuncu transferleri ligin 3’üncü haftasından sonra gelse dahi sorun yokmuş gibi lanse edilir anlamış değilim…

Amaç yönetimi zayıf yönünden çökertmek değil elbette. Ancak sportif başarının gelirlere direkt etki ettiği bir sektör futbol ve biz sezona çok kötü başladık. O kadar başkana yüklendik yazıyı onun söyle bitirelim; “Geçen sene çok iyi başlamıştık Süper Lig'de, bu sene kötü başladık. İyi başlayıp kötü bitirmektense, kötü başlayıp iyi bitirmeyi tercih ediyoruz. Önemli olan sezon sonu iyi bitirmiş olmak, ona gayret gösteriyoruz.”

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bilemezsin!

Bu travmayı atlatmak kolay değil! Sonuç her ne olursa olsun; geçen yıl sabah uyandığımızda sitede bizi Elano, Keita, Rijkaard karşılamıştı. Devre arasında Gio gelmişti… Böyle bir sezonun sonrasında Cana -ki gönüllerin Messi’si olacak en azından daha şimdiden öyle benim için- ve Pino transferleriyle geçiştirilen rüzgar ve şimdilerde gergin bekleyiş var. Ortalıkta isimler dolaşıyor ancak; bugün gördüğüm haber beni benden aldı… Günlük takip ettiğim ve Pino ile Cana transferini ilk duyuran sitede Cimbom’a iki müjdeli haber diye başlık atılmış… Haberi açarken düşüncelerim aynen şöyle; “Bu sefer bombayı patlattık hem Misimovic hem de Ledesma geliyor herhalde…” Ne transferi? Serdar Özkan ile Neill antrenmana katılmış onun müjdesiymiş… Nerden nereye! O yüzden Galatasaray taraftarının yaşadığı travmayı kendi hariç kimse bilmez! Geçen yıl transferlerle sezon başında kendimizden geçmiştik; bu yıl kahroluyoruz. Bir de rakipler de gıcık verir gibi Quaresme, Guti, Niang, İnsua, Stoch gibi adamları getirip, takır takır oynamıyor mu? Gel de gece rahat uyu! Esas korkum eskiden Fenerbahçe’ye söylenen “Ne olacak bu Fener’in hali” repliğinin Galatasaray’a uyarlanması. Bu arada not düşmekte de fayda var; Geçen yıl iyi transfer yaptık da ne oldu? Sonuç ortada. Geç olsun güzel olsun diyorum bir taraftan da… Ama bu kadar bekledikten sonra omuzlarda karşılanacak bir adam da getirsinler kardeşim.

Real Madrid'de bir Türk...

Mesut’un Milli Takım seçimi üzerine konuşmak artık sığlıktır… Belki Türkiye Futbol Federasyonu ilgisizliği belki kariyer planlaması belki de kendini bildiğinden beri Almanya’nın havasını soluması… Mesut’un Almanya Milli Takımı’nı hangi sebepten ötürü seçtiğini kendisi hariç kim söylese inanmam… Ama asla eleştirmem. Sizce Brezilya Aurelio bizi seçti diye gönül koymuş olabilir mi oyuncusuna? Ya da Camoranesi İtalya’yı seçti diye Arjantin’de lanetlenmiş midir dersiniz? Elbette hayır! Mesut’un bugüne kadar salladığına şüphe duyduğum Türk basınını bu saatten sonra hiç umursamaz. O yüzden muhabir arkadaşlar “Vay efendim babası anası Türk olan adam, nasıl Almanya Milli Takımı’nı seçer” diyen eski oyunculardan görüş alıp inceleme yapmaya yorulmasın.

Kaldı ki neden seçsin? Can mı canan mı? Türk Milli Takımı’nın başarısı kadar kendi kariyeri ve yaşantısı da önemli değil mi bu adamın? Zamanında seçenlerin şimdi nerelerde ne yaptığını bilen var mı? Basit örnek; Yıldıray Baştürk… Adam Leverkusen’in efsane sezonunda harika işler çıkardı… Sadece bir Dünya Kupası’nda al aşağı etmeyi başardık. O kupadaki düşüşünün Şenol Güneş’ten çok medyadaki “oynamıyor” baskısına bağlarım.

Bizim medya zor hakikaten! Avrupalı giydirmiyor mu? Giydiriyor hem de en kralını… Hele İngilizler aşağılıyor resmen. Ama ne zaman? Hak ettikleri zaman… Biz Dünya Kupası’nda Güney Kore’yi yenip üçüncü olduk; Tarihimizdeki en büyük başarı olarak kayıtlara geçti. Ama gelin görün ki ilk altı sayfasını övgüye ayıran gazetelerin yarım sayfayla İlhan Mansız ile Hakan Şükür’ü bugüne dek neden çift forvet oynatmadığı için Şenol Güneş’i eleştirdiğini biliyorum... Ben olsam ben de seçmem… Çünkü siz Türkiye’de yaşıyorsanız, Türk iseniz ve başarılıysanız; bir şekil bulunuyor ve bir yerinizden sökülmeye başlıyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz ki sizden geriye sadece bir ip yumağı kalmış. El işçiliğiyle örülen ve daha kısa süre önce eşiniz benzeriniz olmadığını yazan gazeteler, bu kez sorunların ve başarısızlığın tek sorumlusu olarak gösteriyor sizi…

Hiçbir basın çalışanına laf söylemek aslında haddime değil! Zaten asıl suçlu onlar da değil! Basit bir mantık ama ikinci yazdığımı Ömer Madra ile yaptığım bir röportajdan sonra kazıdım hafızama… Şöyle diyordu Madra; “Bir medya patronu aynı zamanda bir enerji şirketinin de sahibiyse o gazete çalışanı küresel ısınma ve fosil yakıtların doğaya verdiği zararı konu alan sert bir haber yazamaz. Ve daha da acısı bu şekilde bir haber yazmaması için kimse onu uyarmaz. Zaten o öyle bir haberi kaleme almaması gerektiğine çoktan inandırmıştır kendini…” İşte bizim mantığımız bu… Alıcı kitleyi sadece hayal mahsülü, gerilim ve kaos içerikli haberlerden hoşlanıyor sanarak; coşturuyoruz. Çoğu çalışan sansasyonel ancak yalan dolu bir haberi gerçek ve daha gösterişsiz bir habere tercih ediyor. Örneğin çoğu Mesut’un ortaya koyduğu başarı hikayesini yazmak yerine; “Neden Almanya’yı seçti”, “Mili Takım benimle ilgilenmedi” gibi başlıklarla içi boş haberler yazıyor.

Mesut’un Türk Milli Takım orta sahasında oynayarak aynı şekilde Real Madrid’e transfer olacağına inanan kendini kandırır… Zaten başarılı olduğu takdirde bizim takımda uzun soluklu oynayamaz ki… Kesin bir aile problemi çıkartılacak ya da manken, fotomodel bir sevgilisi olduğu gazeteleri süsleyecek ya da şişirilen paralarla satın aldığı yeni oyuncakları manşetleri süsleyecek… Türkiye forması altında başarılı performansları değil!
Jose Mourinho’nun elinde neler yapacak çok merak ediyorum. Kaka’nın sakatlığı sonrası iyice ayyuka çıkmıştı ve dün Real Madrid’in internet sitesinde gördüm pörtlek gözlü, zeki futbolcunun fotoğrafını. Sevindim. Çünkü futbola başladığı ilk günde bu yana kariyer planlamasıyla ilerleyen bir adam amacına ulaşmış, bir hayali gerçekleştirmişti. Bir insandı Mesut ve insanlar hayal kurarlardı… İşte hayalini gerçeğe dönüştürebilenler hem çalışkan hem de şanslı insanlardı. Mesut için her şeyin güzel olması tek dileğim. Pardon bir isteğim daha var; artık bizim gazetelerin sayfasında seçimleriyle değil, başarılarıyla yer alması…

Galatasaray'ın futbol işkencesi...

Sezona kabul edilebilir bir puan kaybı ancak asla hazmedilemeyecek kadar kötü bir futbolla merhaba diyen Galatasaray’da işlerin yolunda gitmediği ortada… Mağlubiyet kabul edilemeyecek bir sonuç değil ancak asıl önemlisi geçen sezondan süregelen hastalıklara halen teşhis koyulamaması. Tedaviden bahsetmiyorum bile! Peki, neden kötü Galatasaray geçen yılın aynısını oynuyor?

İki yıldır süregelen bir savunma zaafımız var. Yanlış anlaşılmasın sadece Sivas maçından bahsetmiyorum. Arada ikisi resmi, biri özel olmak üzere üç ciddiye yakın maç vardı. Kulvarlar farklı olmasına farklıydı ancak sıkıntılar aynı. Yerleşim konusunda çok ciddi bir problemi var Galatasaray’ın. Neill’in forması garanti –ki hak ediyor da- ancak ikinci stoper için halen içimize sinen bir profil göremedik sahada. Savunma göbeğindeki uyumun önemini çok uzağa gitmeden Bülent-Popescu ile açıklarım. İki farklı karakterlerdi ama birbirlerini çok iyi tamamlıyorlardı. Maalesef Servet-Neill birbirini tamamlayamıyor. Özellikle Servet’in aklı ne formasında ne de sahada… İki yıl önce hırsı ve yetenekleri ilk 11 yazılırken tahtaya ilk onun ismini yazdırıyordu ancak; bugünkü görüntüsü ilerleyen haftalarda korku veriyor. Uzağa gitmeden Hakan Balta’daki düşüşün de açıklaması yoktur nazarımda. Hakan gibi profesyonel bir oyuncunun bu denli düşüşü hangi sorunlardan kaynaklanıyor çok ciddi araştırılmalı. Zira Sivas maçında bir pozisyonda adam kovalayacak dermanı olmadığını görmek üzdü beni.

Konuyu dağıtmadan; yerleşim sorununun temeli ise orta alan çarpıklığından kaynaklanıyordu. Mehmet Topal Türk futbolunun en iyi kesicilerinden birisi olacaktı ancak o da düşüşe geçti. Zaten tam o sırada da satışı gerçekleşti. Sarp da iyi bir kesici ancak maç içinde yüklenen karakterler ve roller oyuncunun asıl işini yapmasını engelliyor. Bu kötü bir durum değil ancak elde Ayhan varken Mustafa ileri çıkıyor Ayhan çakılı oynuyorsa bir kere teknik heyetimiz oyuncularımızı tanımıyor demektir. Orta alana yapılan Cana takviyesi sertlik kazandıracaktır şüphesiz ancak tek başına etkisiz elemandır. Hazır olmadığıysa ayrı bir tartışma konusu.

İşte bu noktada Galatasaray’ın sert bir orta alan mı yoksa topa sahip olmamızı sağlayacak bir virtüöz mü alması gerektiği tartışmaları. Topa sahip olan takımın kesicilik, adam kovalamak gibi dertleri zaten olmaz. Zira top kendi ayağındadır. Bu nedenle hem Arda’nın yükünü hafifletecek hem de oyun kuracak bir oyuncu şart bu takıma. Peki bu yeni bir hastalık mı? Hayır! Geçen yıl da çok çektik bu konuda ancak top taşıyabilen oyuncuların çokluğu bu durumu halı altına itti. Ancak onlar gidince mevcut yapının ne denli sorunlu olduğu ortaya çıktı. Top çıkaramayan, pozisyon üretmeyen ve daha da önemlisi bir Galatasaray karakteri olan oyuna hükmetme konuları şu anda ancak istekleri ve rüyaları süslüyor. Sebebi tartışmasız transferin gecikmesidir. Zira olmayan oyuncuyla bunu gerçekleştiremezsini elbette…

Transferin geç kaldığını artık dile getirmek tekrardır… Sadece laf kalabalığı yapar, zaman çalar. Halen çalışmaların iki hafta süreceği yazılıp çiziliyor. Bu denli nakit girişi gerçekleşmiş, üstüne mevcut yılın transfer bütçesini de kullanılabilir hale getiren Galatasaray yönetimi ya İstanbul’a inmeden inanamayacağımız transferlerin peşinde ya da hepimiz bir son dakika şakasına daha –Petre, İnamoto, Bratu gibi- hazırlıklı olmalıyız...

Başa dönecek olursak; neden Rijkaard’ı eleştirmekten bahsettik… Teknik adamlar bir takıma karakter yükleyen ve futbol oynattıran adamlardır. İyi oynadıklarında nasıl sadece onların sayesinde değilse oyunun kötü olması da tek taraflı bir suç hadisesi değildir. Ancak eldeki kadroya uyumlu bir sistem çıkartmak tam da teknik adamın işidir ve bir yılı bu sebepten ötürü çöpe atmış bir takım aynı arızalar veren geçen seneki sistemle oynuyorsa bu bir problem olduğunun göstergesidir. Hızlı oynamak ve pasa dayalı bir futbol için buna uyumlu oyuncularınızın olması şarttır. Ve bu oyun asla Mustafa, Barış, Sabri gibi tempolu oynayan ancak dikine değil geriye de yana yönelik bir pas mantalitesiyle yetişen oyunculardan çıkacak bir sistem değildir. Bu nedenden ötürü daha çok fizik ve baskı unsurları göz önüne alınarak arkası sağlam yeni bir hücum sistemi daha uyumlu bir görüntü çıkaracak ve belki de şampiyonluk için takımı sırtında taşıyacaktır.

Evet, transfer gecikmiştir, üstelik önceki yılın üç as oyuncusundan yoksun bir kadro varsa kabul edilemez bir durumdur. Ancak aynı sorunları teşhis edemeden daha keşmekeş bir sistemle futbol oynattırmaya çalışılan ve sonuç olarak hiçbir maçı domine edemeyen bir kadroyla karşınıza çıkan teknik ekibin de mevcut durumda büyük bir payı vardır. Bunlar ne okuması ne de yazılması güzel hadiselerdir! Ancak; dikkate alınması demek bizim bir daha böyle yazıları kaleme almamamız eş anlamını taşımaktadır. Ve tek dileğimizdir…

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Somon Forma ve blog…

Alternatif forma çalışmaları doğrltusunda hayatımıza giren turuncu ve mor renkli formalardan sonra bu yıl da somon ile tanıştık. Tasarım gayet güzel… Mor formadaki font problemi, turuncudaki körün gözüne parmak sokulan renk zıtlığı sonrası yeni sezon alternatif formalarında kullanılan numara hanesi göze çok hoş geliyor. Yine bir font sorunumuz var ama zaten "Bizim takımda hangi iş dört dörtlük yapılıyor ki" sorusuna veremediğim cevaplardan dolayı bu durumu pek de umursamıyorum…

Formalar store’lara asılalı çok oldu… Ben de farkındayım. Ancak blogu yaparken aslan ve somon formanın renkleri cezbetti… Ben de kullandım. Foto değişti, kenara “Kewell form Galatasaray” eklemesini yaptık içimiz rahat! Hafta başında düzenlememizi yaptık. Yine bu haftaiçinde de sitemizi canlı kılacak haber girişlerinin startını veriyoruz. Ortağı ikna edemedim ama bomba bir transfer kovalıyorum. “Sadece futbol bir yere kadar” diyemediğimiz için illa ki futbol sevdalısı bir adam bulacağız…

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Bomba gibi dönüyoruz

Askerlik sonrası geliriz, hayat daha farklı olur, daha bir profesyonel oluruz, daha esnek çalışma şartları getirilir falan diye hayal kurarken; öyle bir karmaşanın içine düştüm ki ben bile nasıl çıkacağımı bilemiyorum. Askerlik boyunca birliğimin iki kez denetlemeye tabi tutulduğunu ancak her ikisinde de beni ortadan kaybettiklerini söyleyip hiçbir denetleme sürecinde yer almadığımın altını çizmek istiyorum. Ancak asıl askerlik hakikaten kışladan çıktıktan sonraymış. Zira askerlik boyunca denetlemelerden yırtan ben iş hayatında denetleme telaşıyla karşı karşıyayım. Diğer taraftan da ağırlığından bir şey kaybetmeyen süreli yayınlar falan; bilgisayarın başından kaldırmadı bizi. Gözler kan çanağı olurken; işlerin karmaşası ve günümüze dek süren çarpık arşivlemeler zor olan işi daha da imkansız hale getiriyor. Şöyle ki; pirincin taşını ayıklamamız gerekiyor ancak; mevcut şartlarda pirinçten taşı değil taşlardan pirinci ayıklamak daha kolay…

Blog konusunda şunu söyleyebilirim ki askere giderken her şey güzeldi. İlk kez doyum noktasına yaklaşmıştım gel gelelim askerlik çıktı. Dönüş gazıyla NBA yazdık lakin blog yine çok uzaklara daldı. Yeni haftayla geri dönüş planlıyorum… Üstelik yalnız da olmayacağım inşallah… Başarısız futbol projeleriyle hayata küsmek üzere olan bir dostu ikna edip bu satırların yazarı yapmayı hayal ediyorum. Üst banttaki görselimiz her değişim sürecinde olduğu gibi yine değişecek. Belki şablon değişir, belki renkler belki de font… Bir şekilde yeni yayın döneminin farklı izleri gözlenecek blogda. Neleri değiştireceğim emin değilim; Emin olduğum tek nokta ise kısa bir süre sonra her sabah tıklandığında yeni haberlerle karşılaşılacağı… Çok kısa bir süre sonra…

14 Haziran 2010 Pazartesi

Allah’ın adını verdim bırakın şunu ya!

Hangi akla hizmet savunmuşum. Nasıl sempatik bulmuşum anlamadım. Herhalde Konfederasyon Kupası’nı çok sallamadık ondan dikkatimizden kaçtı… Olmaz olsun böyle şey! Maçın başından sonuna sürekli bir arı vızıltısında maç izliyoruz arkadaş. Hayır insanoğlu bir tek evlat acısına dayanamazmış ya, işte biz de alışıyoruz. Ama dün aradaki uçurumu Spormax’i açtığımda gördüm… Chelsea-Manchester City maçının tekrarı vardı. Taraftarın sesini duydum… Tezahüratlara eşlik edecektim neredeyse… Tamam kimseden Liverpool veya Çarşı motivasyonu beklemiyoruz ama şu vuvuzella denen alet de insan işi değil…

Sempatik buldum dedim ya; Geçen seneki turnuva sonrası Dünya Kupası’ndan kaldırılması gündemdeydi. Biz de haberi okuyunca “yuh artık! O zaman bizim de davulları toplasınlar” demiştim. Halt etmişim. Davula kurban olayım… En ufak bir maç izleme şevkim kalmıyor. Maç boyunca duyduğumuz tek canlı sesi var o da spiker. FIFA’ya sesleniyorum, vuvuzella ile geleni stada almayın kardeşim… İnsan bir Holland tezahüratı, İngiliz coşması istiyor maçta…

Savunmayla gelen şampiyonluk… Pardon galibiyet…

Çok uzun bir aradan sonra… Gerçekten çok olmuş NBA maçı seyretmeyeli, bilgisayar başında kahve eşliğinde iş değil hobimle ilgilenmeyeli… Geçen gün geldik, buradayız mesajı yazdığımda bu kadar haz duymamıştım. Şu anda henüz yazıma başlıyorum ve hakikaten çok mutluyum…

Belki abarttığımı düşünürsünüz ancak; bu ülkede insanlar bir yerde bu yüzden askerlik yapıyor. Her şeyden uzak kalmak, sıcak yatakta yatmadan yaşamak, sıkıntılara alışmak, daha da önemlisi her kademenin daha da üstü olan bir erkin hakimiyetinde olmak… İşte bu nedenle büyükler “askerliğini yapmayan adama kız verilmez” demiş sanırım… Gittiğim kafa yapımla döndüğüm mantalitemin arasında çok büyük farklar var. Ve emin olun sanki hayata ikinci kez başlamak gibi bir şey. Çok hata yapmışım diyorum sık sık kendime. Ve tekrar o hataları yapmamak için ipleri sıkı tutuyorum… Siz de şans dileyin yeni yaşantımda…

NBA yazacağız diye başladık, şu çıkan cümlelere bak… Biraz daha ötesi askerlik hatırası… Hiç girmeyeyim daha iyi…

Uykusuz işe gelmeyi özler mi insan? Özlemişim… Hem de Boston Celtics – Los Angeles finali… Bir kere daha kaçırmayı göze alamazdım. Üstelik Lakers’ın 2-3-2 kazığı yediği (bana göre) bir ortamda…

Boston Celtics iki yıldan bu yana normal sezonu aynı soru işareti aynı eleştirilerle açıyor… Kadronun yaşlı olduğu center ve guard pozisyonun zayıf olduğu yazılıyor ve söyleniyor. Aslında haksız bir eleştiri de diyemeyiz. Rondo biraz daha ortalama üstü oynuyor artık ama bu kadaronun center’ı da Perkins değil arkadaş diyebiliyor insan… Ama işte o beğenilmeyen Perkins maçın kırılma anında öyle değerli bir katkı veriyor ki herkese “abartıyorlar lan, o kadar da kötü değil” dedirtiyor. Batırdığı zamanlar da oluyor ancak takım savunmasında onun sertliğine çok ihtiyacı var Boston’ın. Hem de karşısında Gasol gibi perde arkası oyuncusu, çakma kahraman varken…

İlk çeyrek Kobe’nin fazla suya sabuna dokunmadığı bir dönemdi… Ve Lakers o bölümü fena oynamadı. En azından attığını sokan bir takıma karşı çeyreği sadece iki sayı geride kapattı. İkinci çeyrekte hesaplar tam karışmaya başlıyordu ki devreye Kobe girdi ve çift hanelere çıkan farkı yine makul bir seviyeye taşıdı… Boston’ın bu arada müthiş bir yüzdeyle oynamaya devam ettiğini de eklemek gerekiyor. Ancak tek sıkıntı yapılan top kayıplarıydı… Tam yumruğun vurulacağı yerlerde sakil kayıplar yaptılar. Sakil demişken; o dönemde Artest’in de iki üçlük isabeti olduğunu yazalım; maçın neden erkende kopmadığı anlaşılsın…
Los Angeles’ın sıkıntısı açık! Hatta sıkıntıları… İlki parke üzerinde. Gasol’ün karşısında kendi gibi yel gelse sallamayan bir adama karşı neler yapacağını hayal bile edemeyiz. Ancak gel gelelim, biraz teması seven, harfi harfine disiplinli bir savunmacı karşısında nasıl yok olduğuna da çok şahit olduk! Ama final bu arkadaş… Durum 2-2… Maçı kazansan istatistiklere göre şampiyonsun… Evindeki iki maçtan birini kazansan bitti! Bu maçta pısma bari… Onun yumuşaklığından çok çekiyor Lakers. Parkedeki diğer sorun da Kobe’ye katkıdaki yetersizlik. Kobe’nin bir üçüncü çeyreği var ki akla mantığa sığmaz. Dördüncü çeyreğin bitimine iki dakika kalana dek bu kadar istikrarlı bu kadar mantıksız şut sokulmaz. Fisher’ın attığı saçma-kötü pası nasıl tamamladı diye fizik argümanlarını karıştırırken, sıradan bir şut gibi çıkardığı dokuz metre üçlüğü eminim seyreden herkesi şaşırtmıştır…

Diğer soruna gelince… Bench’ten bahsediyorum… Fisher’ın (hoş kendisi de basketbolun maradonası değil ama koyunun olmadığı bir bench’ten bahsediyoruz, bu yüzden de Abdurrahman abinin kulaklarını çınlatıyoruz) yerine Farmar giriyorsa, Kobe’nin yerine Vujacic giriyorsa, Odom halen ayrı dünyadaysa Boton ile boy ölçüşecek bir ortam yok demektir… Daha sıkıntı sayılır sayılmasına da bu kadro işte en çok geçen yıl ki Orlando’yu bastırabiliyor. O seriyi de nasıl kanterle kazandıklarını biliyoruz…

Bir kere Boston’ın savunmasını seyretmek doyumsuz oluyor… Hakikaten şiir gibi… En azından ben çok beğeniyorum. Yanlış anlaşılmasın bu maçta beş yıldızlık bir savunma yoktu ama dörtten aşağı yıldız vermek de ayıp olur. Birkaç, hakikaten iki elin parmaklarını geçmez boş yakalanmış atışlar… Hemen her topun önünde bir el vardı bu sabah… Zaten nazarımda da harika şut yüzdesiyle değil maçın kırılma anlarında yaptığı savunmayla yani kendi karakterlerini parkeye yansıtarak kazandı Boston Celtics… Doc Rivers’ın aldığı iki önemli mola var ki rüzgarın terse döndüğü anlarda, taraftar ona da çok çok teşekkür etmeli. Özellikle Garnett, Pierce, Rondo üçlüsünün akıl almaz bir hücumu var ki Rivers’a sadece o çizdiği oyunda gösterdiği cesarete saygı duymak lazım.

Yazıyı bitiriyorum. Uzun oldu bayağı ama sivildeki ilk yazı olur o kadar diyorum… Kısaca bir iki cümleyle özetleyeceksek şunu söylerim; bu mücadele ruhuyla Boston’a karşı koymalarına imkan yok Kobe ve arkadaşlarının… Sadece iyi hücum yaparak ve iyi şut sokarak galip gelinemiyor. Zaten öyle olsa Phoenix’in D’Antoni ile şampiyonluklara ambargo koyması lazımdı. Boston Çarşamba sabah işi bitirmek için yine aynı şekilde vidaları sıkacak o kesin. İşte olay da bu zaten… Boston’ın mükemmel savunmasına zarar verip en az onlar kadar direnç göstermesi lazım Lakers’ın. O da Phil Jackson’ın işi. Ben mi düşüneyim bu saatten sonra…

2 Haziran 2010 Çarşamba

Artık oyun vakti...

Vatani görevimizi yapmak üzere herşeye veda etmiştik... Sayılı gün çabuk geçer dediler, hakikaten de şimdi bakınca çok da zaman geçmemiş gibi geliyor. Sanırım en önemlisi herşeyi bıraktığın yerde bulmak. Ben buldum ve önemli olan da buydu benim için... Beni bekleyen sadık dostlarımdan bir tanesi de blogumdu elbette... Şimdilik sadece geri döndüğümüzü müjdeleyiyoruz. Kısa süre sonra kayıt diyeceğiz... İyi dileklerini eksik etmeyen herkese sonsuz teşekkürler. Herkes dikkatli olsun; haberci geri döndü...